“Sukadifeleri, umursamaz bir sevinçle yosunlara bırakmışlar kendilerini.” (s. 19) Sevincin umursamazını gördüğünüzde ne yapmaya çalıştığını, neden umursamadığını, cüretinin sebebini sorun. Neşeli anlar yaşayacaksınız ve gülden bir kahkaha kamaşmasının babayani yemişlerinden koltuk altınıza soktuklarınızı çıkaracaksınız. “Yüzüme kurutulmuş bir menekşenin aydınlığını vuracak olursa daha çok inanıyorum: Güvercinler, eski bir konsolun açık artırmayla satışa çıkarıldığı yağmurlu bir günde gelmişler buraya.” (s. 21) Eh, antika değeri taşıyan bir nesnenin el değiştirmesine dair bir şey bulabilirseniz metinde, erinik bir sessizliğin göverdiği kanatlara da yel olursunuz, neden olmayasınız, bir öykünün derdinden bağımsızsınız, menevişli denizin kulağı sizde, konuşurken esli ânınız tavsar falan, bir şeyler olur. Hep bir şeyler olur, bu olan şeyleri bağlarsınız veya bağlamazsınız ama bağlar gibi yapıp bağlamazlık etmezsiniz çünkü o zaman siz ne yapıyorsunuz? Bunu okuyorsunuz, “Çiçeklerle”ye bakıyorum ben de, balıklı sebzeli bir sofrada içilen rakıların taşıdığı muhabbet dökülüyor parça parça, bir ucundan yakalıyorsunuz. Hoca gölün kenarında bir mekân açmış, geleni yok, tiyatrocular turneye çıktıklarında oraya uğramışlar muhtemelen, önceden de uğramışlar, sonra da uğrayacaklar ama o andayız, uğramışlar. Birileri salındı mı, tutuklananlar hatırlandı mı, sürülenler yâd edildi mi, rakı muhabbetine kişisel tarihler sığdırıldı mı tamam o öykü, kalıbın hakkı verilmiştir, klişe enine boyuna doldurulmuştur. Alımlıdır, okunur ama herhangi bir şey okunur gibi okunur, işte bir prospektüs okunur misal, düzenin şiiridir diye yorumlasam çifte yemekten korkarım, “Güvercinler De”ye geçerim. Bu öyküde bir apartmanın, birkaç dairenin, o kez görünen insanların halleri vardır. Uçuşan imgelerden bulabilirseniz. Birileri toplanmıştır, kaybedilen insan anılır, mandalların çamaşırlara bizden daha çok sahip çıktıklarına dair bir iki muazzam tespitle karşılaşırız, çekirdek ailenin gündelik rutinlerinden kentleşmenin yol açtığı yabancılaşmaya pek hızlı atlarız, birileri birilerini öper ama aslında öptükleri kendileridir, kendilerini morartırlar ve aynada morlukları izlerler, yalnızlıktan bir leyli giysi biçilir de okurun gözlerine dikilir? “Sen Anlat” beyaz Renault’lu hareketlerin öyküsüdür, faili meçhul bir eylemin canını aldığı anlatıcı masada yatar, beyaz araçla oradan oraya taşınmıştır, muhtemel işkencecileriyle ölüyken ve diriyken karşılaşmış, gözlerinin içine bakmıştır. Ara sıra bilincini akıtır çünkü ölülerin bu konuda serbestiyeti vardır, ölülerin icazeti daha makbuldür çünkü bilinç son bir atılır, her şeyini döküp saçmak ister, bir parçası da öykünün sonuna eklenmiştir işte, görece iyi bir öyküdür bu. “Aşka Güzelleme” gerçekten de aşka güzellemedir, Adem ve Havva’yı arayan anlatıcı aslında kendini ve “o”nu aramaktadır, yüreğin bütün duvarlarına çarpa çarpa akan ırmak aşkın çağıltısını sayfalardan yerlere dökmektedir, en iyisi paspas getirinizdir. Şahrem şahrem karnınızla yerlerde sürünüp ol şefaatinden dilenmeniz, sözcüklerin arasındaki boşlukları kaldırıp kısa akışlar ortaya çıkarmak, ne bileyim, bir şeyler yapmak gerekir, bu öyküde yapılmıştır ama Tosuner’in dediği gibi akla gelen her buluşa metinde yer var mıdır, varsa buluşların birbirine bağlanması gerekir mi, aşkın sadece iki cinsiyet arasındaki münasebete indirgenmesi doğru mudur? “Zaten aşk dediğin nedir ki sevgili Adnan, biri dişi, öbürü erkek, öz iki kardeşin yatağında hoş bir yanılsama, müthiş bir kuyruk acısından başka?” (s. 39)
“Kuyu” iyidir mesela, sınır kasabalarından birinde yaşayan ailenin babasızlığı, civarın renkli yaşamı anlatılır. Kore Savaşı’nın ardından Seul adı verilen insan yavrusunun yapıp ettikleri kırsalda büyümenin yalnızlığa boğulmuş dünyasında canlanır, okur bunlardan bir şeyler alır, kendince yoğurur, duygunun yeni yüzünü daha sonra bir şekilde, bir yerde kullanmak için anlığının bir yerine yerleştirir. Kuyu izlek olarak sık sık belirir, sulak alanın verimini, yeşilini özletir, kuraklığın ortasında anlatılacak bir yenilik, farklılık olarak öyküde yerini alır. Farımaz bu tür buluşlara pek yönelmiyor ne yazık ki, imge kurmadaki yeteneğini anlatının serpilmesinde göremiyoruz, imajlarla genişlemeye çalışan hikâyenin kat yerleri besbelli. “Bungun Bir Irmak, Yalan Yanlış Birkaç Martı” soluk aldırıyor biraz, hoş öykü. Dağın eteğine yaslanmış pembe ev Nilgün’le anlatıcının çocukluklarından beri orada, anılar birikmiş. Anlatı dört öyküye ayrılıyor, esas öyküyle birlikte beş. İlkinde Efo’nun doğup doğmadığı, çocukluğunun güzelliğinden bahsediliyor ama Efo çıkmıyor ortaya, Nilgün’le anlatıcı var, yüzüyorlar, boş zamanlarını esnetmeye çalışıyorlar, hoş. İkinci öykü kitaptaki en iyi metin olabilir. Kasabanın istasyonuyla ilgilidir. Gırç gırç ray sesleri, insanların uğultuları kasabada yaşam olduğunu gösteren kanıtlardır, kentin kimi kimsesi varsa istasyona borçludur kısacası, yaşam istasyonun kapılarından akıp gelir. Üçüncü öykü pasaj, kente ve kentlilere muhalefet edercesine var. Sakinleri dağıtmak istiyor, küf kokuları saçarak ziyaretçilerini kaçırmaya bakıyor, eskilik saçılıyor dükkânlardan. Küçük yerin en kalabalık yerlerinden biri meskeni çürütmekten başka bir işe yaramaz, Farımaz’ın tespitleri küçük yerin sıkıntısını pek iyi anlatıyor. Dördüncü öyküyü şu alıntıyla özetleyeceğim: “Bana öyle geliyordu ki, yalnızca düşlerden, yalnızca hayallerden oluşmuş bu kurmaca dünya, günlük yaşamın vazgeçilmez alışkanlıklarıyla dolu gerçek dünyayı alabildiğine zorluyor, eli hâlâ düğmesinin üstünde, iki göğsünün arasındaki o derin çukurda, o çatal yolda gezinip duran Nilgün’ü, kimilerinin nevrotik bulabileceği bir davranışın eşiğine değin getiriyordu.” (s. 53) “Bebekler” için yine bir taşra sıkıntısını içerdiği söylenebilir, Arapların her yıl adam yollayarak alıcı kuşları avladığı, topladığı bölge neresidir? Orada Semih yaşar, anlatıcıya yaşadığı yerleri anlatmaktadır. Hukukları eskiye dayanır, Semih’in âşık olduğu kadından yüz bulamayıp hapları birer birer yuttuğu ve anlatıcının müşahedesi altında tutulduğunu öğreniriz. Yeni dünyada tekrar bir araya gelmişlerdir, yokluğun orta yerinde Semih sözcükleriyle bir şeyleri var etmeye çalışır ama neden çok ciddi bir yazar gibi konuşur, bilinmez. Değirmenlerden bahsederken rüzgârdan başka öğütecek bir şey olmadığını söyler örneğin, suyun şarkısından bahsetmese de öyle bir şeyi garipsemezdik sanıyorum, Semih’in intihar etmesiyle veya yalnızlıktan delirmiş olma ihtimaliyle bir alakası var bunun. Sanıyorum. Vardır. Herhalde. “Aşk Bu” Nezihe Meriç’e bir armağan, not düşülmüş. Eşin peşinde oradan oraya göç eden bir anneyle çocuğunun öyküsü. Koca bir dağın eteklerinde yaşıyorlar, dünyanın en yüce ve sarp dağı değil ama bir çocuk için öyle olmadığını kim iddia edebilir? Nehir en taşkınıdır, orman en gürüdür, çocukluk en büyülüdür, böyle gider. Anne biraz yekinir, eşine benzediğini söyleyebiliriz, bu yüzden her toprakta bitebilir, zaten eşini özlediğini söyler sonlara doğru. Küçük kızı muhtemelen bir filmden, muhtemelen bir aşk filminden replik çalıp söyler, harfler dalgalı dalgalı, aşağı yukarı yerleştirilmiştir, böylece kızın eksik dişlerinden iki farklı şiddette çıkan sesi gözümüzle de canlandırırız. Bu iyidir mesela, anlatının unsurlarıyla uyumludur, dolayısıyla sırıtmaz, son öyküdeki upuzun dipnot da büyük bir yenilik olarak ortaya çıkmasa da görevini yerine getirir, yadırgatmaz ama bu öyküde annenin vecizeleri can sıkar yine, hemen her öyküde veciz söz yumurtlayan karakterler olmasa öyküler daha başarılı olabilirdi. Öykülerin omurgalarının belirgin olması da fark yaratırdı yine, çoğunun yok.
Şükran Farımaz hakkında pek bir bilgiye rastlamadım, ikisi çocuk kitabı olmak üzere dört kitabı çıkmış Can’dan. Diğer kitabına denk gelsem alır mıyım bilmem, sanırım cebimdeki son parayı vermem. Bir şey gösterir bu. Farımaz’ın öyküleri için açlıkla sınanmayı tercih etmem yani. Biraz fazlası için taş yerim, abartısız.
Cevap yaz