Stéphane Audeguy – Rom@

Sokakla metni uyuşturmaya çalışıyorum. Uyumsuz şeylerin formları arıza çıkarır, sokakla metin ne kadar uyumlu bilmiyorum. Uyuşturmaya çalışırken taşı nokta olarak görmüyorum, park halindeki arabaları noktalama işareti yapmıyorum, binaların gölgeleri metnin üzerine düşmüyor, Calvino’ya falan uğramadan geçiyorum yani, bir şey deniyorum. Hatırlamanın üç biçimini kentin yapısıyla kurmaya çalışıyorum, hatırlayış yavaş yavaş silinirken sokakların alacağı biçimi oluşturmaya çalışıyorum. Görseli bulandırıyorum, görsel kullanmak zorundayım çünkü programda istediğim etkiyi yaratacak özellik yok. Kiplerle oynuyorum, zamanıydı kişisiydi hepsi karışıyor. Kenti konuşturmuyorum, kimse kent hakkında konuşmuyor, sokağı harfe, sese yamıyorum, metinde uzayıp gidiyor. Biter, okulda yaptığım bir şey yok, oturup yazıyorum. Yazmadan önce başka bir metin için düşünüyordum mekânın temsilini, buraya düştü. Hani konuşsa bir şehir, Audeguy nasıl konuşturduysa öyle konuşur herhalde, Roma’yı düşünürsek sıralı cümlelerin genişlete genişlete dağıttığı anlam, dönüşte bütün yolların/cümlelerin çıktığı anlam, biçemin her anlatı hücresinde korunduğu. “Bir insan olmak: uluslar ve onların ölü bilgelikleri ne derse desin, buraya çıkmayan yollara düzülebilmek. Ya da onun yerine: bir kent olmak. Hatta uzunca bir süre, Kent: Roma olmak. Roma aeterna: uykusuz bir yaşam, önce doğal olarak yorgunluk, ağız kuruması, sonra da kramplar; uykuyu, isteyerek ya da istemeyerek ara vermeyi hiç bilmemek; ardından yorgunluğun ötesinde, önce sanrılar, gitgide güçlenen bir duyarlılık, en sonunda da çokluğun korkunç karmaşası, uykusuzluğun o dibi görünmez, koca, duru gecesine dalış; şeyler oldukları gibi, ürkütücü, keskin, nedensiz, çılgınca görünür orada: sandalyelerin kötülüğü, pencerelerin alıklığı, kadınların güzelliği, bitkilerin biçimlerindeki skandal ve doğal olarak, insanların adına tarih denen o boş hareketler yanılgısı. Zamanın bana verdiği o rastgele adın ötesine ulaşmak. Roma.” (s. 11) Olur, sırf buna yaslansa eksik kalır ama iyi kurmaca bazı şeyleri tokuşturmaya dayanır, yapıyı dolduracak parçalar olduktan sonra pat küt çarpışsalar bile kabul, ikna olduktan sonra. Audeguy çok iyi bir fikri çok iyi değerlendirmiş bu romanda, o kadar ki meşhur sitede ederi iki yıldız. Kalabalıktan vasatlık doğar, vasatlık girift metinleri sevmez, normal. Düşük bir olasılığın gerçekleşmesi büyüdür: şehri/imparatorluğu/halkı bilgisayar oyunu haline getirip konuşturmak, oyunun yaratıcısını ve oyuncularını anlatırken sesleri ayırabilmek, şehrin tarihiyle insanların tarihini bir kılıp bölümden bölüme ayrı ayrı anlatabilmek, koparabilmek ögeleri, bütün bunları başarabilmek zor, bu yüzden olasılığın düşüklüğü başta korkutucu, hikâye ilerledikçe yazarın çağları, şehrin katmanlarını bağlayabildiğini görüyoruz, hikâyenin genişliğine dayanarak forma sığdırıyor her yan hikâyeciği. Emek resmen, kurmaca zekâsı üstelik, en sevdiğim. Kent yorgunluğunun insan için anlamını toplumsal devinimde, sosyoekonominin bireyi sürükleyişinde, türlü etkenin gölgesinde görebiliriz, kentin kendinden yorulmasınıysa kodlardan, öğrenmeyi sürdüren yapay zekâdan ve daha önemlisi yaşamın her köşesine yorgunlukla çöken, alt sınıfın bezginliğini umutsuzluktan kurtulmak için tarihin renklerine gömülerek yok etmeye çalışan yaratıcıdan biliriz. Nitzky çağının tüm çiğliğini, olağanüstülüğünü, dinamiklerini ve sömürüsünü olduğu gibi yansıtır oyuna, Black Box nam firma bu genç dâhiye tam bir özgürlük sağlayarak ürettiği on numara beş yıldızlık oyunla bütün dünyayı peşinde sürükler, zamanında Roma’nın kurduğu dominasyonu dijital mecrada canlandırır. Stanley Bing, Roma AŞ: İlk Çokuluslu Şirketin Yükselişi ve Çöküşü nam metninde imparatorlukla günümüzün şirketleri arasında koşutluklar kurarken sınırların genişlemesiyle asimile edilmeye çalışılan yabani soyluların, sürekli genişlemeye ve daha çok sömürmeye çalışan yönetimin muadillerini mizahi bir dille anlatır, Nitzky için ne söyleyeceğini düşününce, sanıyorum “Hermann’ın yakıp yıkmayan hali” derdi. Şirket, kent, sermaye: sınırın ötesindeki yetenekleri devşir, hükümranlığını her dünyada duyurmaya devam et, kültürünü yaygınlaştır. Gerçi eksik kalan yanları vardır oyunun, Nitzky’nin fark edemeyeceği doğallık: “Black Box’un yöneticileri benim en büyük gizlerimden birini anlamak istememişler: Her yanımı sarıp beni öylesine temiz, öylesine kaygan gösteren mermerle kısıtlı değilim yalnızca, tuğlalarımın arasındaki pis kilim, kiremitlerimin bakır rengiyim, bahçelerimin ağır toprağıyım, işte bu yüzden en incelikli estetler beni sık sık horgörmüşler, her zaman açık açık kendilerine itiraf edemeseler de ya Piza’yı, ya Floransa’yı ya da Ravenna’yı bana yeğ tutmuşlardır.” (s. 71) Roma’nın alametifarikasını hijyenik şehircilikte falan aramamak lazım, Nitzky kendi hayal gücünden çıkarmıştır her şeyi, okuduğu kaynaklar arasında Roma sokaklarının temiz olup olmadığını söyleyen satırlara rastlamamıştır diye düşünüyorum, rastladıysa da dikkati başka yerdeydi. Cinsel özgürlüğün, toplumsal hiyerarşinin ve günümüzün pek çok arızasının oyunda yer alması, şehir tarafından dile getirilmesi şanstır aslında, anakronizme de yaslanır ister istemez ama uçlara varmadan ilerler Roma, kavramları, zamanları, mekânın değişen niteliğini tek bir noktada toplar, incelemeye başlar. Romulus ve Remus biraderlerin tartışmalarında, Mussolini’nin balkon konuşmalarından bir süre sonra tersten asılarak sergilenmesinde, faşist bir taksicinin Mussolini’ye bakıp üzülmesinde, karşı kanattan birinin derin bir nefes almasında, Alain Delon’un oyunculuğu sırasında şehirle kurduğu diyalogda, ne bileyim, papaların gürlemesinde öfkenin, fanatizmin, esrikliğin geçişkenliği göz önündedir, şehir bütün duyguları yoğurur da çağlar boyunca gidip gelerek sakinlerine aktarır sanki. Nitzky’nin, iki süper oyuncu Nano’yla Delenda’nın aynı platformda buluşması eşitliğin mümkün olduğunu da göstermez mi, duyguların ortaklığı yaşamların da ortaklığına yol açacak er geç. Tabii, ekmek parasını anal penetrasyon yoluyla çıkarmaktan başka çaresi olmayan, Tac Mahal civarında dolanan zenginleri izlerken tenekeden mahallesinde ölmemeye çalışan, korkunç bir çaresizliğe itilmiş Nano’ya imkan sağlanırsa, Nano’nun geldiği sınıfa insanca yaşama fırsatı verilirse, başka türlü kurtulması mümkün değildi çocuğun. Yaşadığı yerin prenslerinden biri Nano’nun oyundaki namını duyuyor da yanına alıyor çocuğu, uluslararası turnuvalardan en önemlisine götürüyor, böylece o kapandan kurtuluyor Nano. Başka bir kapan bu kez, uyumsuzluk: Delenda en azından “soylu bir Arap prensi”yle buluşmayı beklerken “on beş yaşında, dişleri çarpık çurpuk, zayıf, zenciden kara biri”yle karşılaşır, Nano’ya göreyse adam tanrı heykellerinin canlanmış halidir. İkisi de sırlarını anlatmaya, Rom@’nın büyüklüğünü konuşmaya gelmişlerdir ama uyumsuzluk yüzünden beceremezler, Delenda oyunun bir oyun olmaktan çok daha fazlası olduğunu sezdiğini söyleyecekken -oyunun içine şehrin ruhu kaçmış, iyi çıkarım- çocuğun kendisini anlamadığını görerek vazgeçer, diğeri kendi keşiflerini dile getirecekken Delenda’nın hiçbir şey söylemeden kalkıp gitmesiyle üzülür. Oyunda bir daha karşılaşırlar, hatta defalarca, olağanlıktır duvarı aşındırıp öbür tarafa geçmek. Surların önünde bekleyen barbarların çadırlarından bir okyanus, Nano ve tayfası dünyaca anlaşılmayı bekliyorlar, Nitzky her ne kadar yaratıcı olsa da orta-alt sınıftan geldiği, dünyanın halini bildiği için ekibe katılabilir, gerekirse kırılmadık, yıkılmadık şey bırakmayacaklar, burjuva ahlakını yerle bir edecekler ki Nitzky’nin gençken Vancouver’da gittiği kulüplerden sahneler var bir bölümde, başı sonu belirsiz cümleleri 1000 sözcüklük kontenjan dolmasın diye almadım buraya da “terle ersuyunun misk kokusu” mu yok, kalkık çükleri kavrayanlar kalçalarından bir masalın doğuşunu mu izlemiyorlar, oldukça erotik sahnelerden de oluşuyor özgürleşmeye çalışan insanların yaşamları. Nitzky’nin yaşamına giren Qays kardeşlerin bilince kavuşan Roma’yla bir bağlarının olduğunu düşünüyorum, bu iki kadim ruh Kanada’nın el değmemiş topraklarının kim bilir hangi karanlık sularından çıkıp Nitzky’yi bulmuşlar, küçük mucizeleriyle çocuğa yol gösteriyorlar. Mitten mite. Ruhların somutluğu Roma’da mermer sertliğine varıyor, yoksa dilleri aynı.

Roman nedir, nerede bulunur? Aha.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!