Başta Beckett’tan bir alıntı, bırakıp gitmeye ve her şeye yeniden başlamaya duyulan özlem Hiç İçin Metinler‘den çıkarılıp epigraf olarak kullanılmış, ardından Dıranas’ın “Koşsam, koşsam, koşsam, koşsam…” dizesi geliyor. Kabaca üç bölüme ayırırsak ilk bölüm için eli yükselten bir tercih, seviyenin tutturulması lazım ki anılan metinlerin altında kalınmasın. “Uykusunda” ilk öykü, iyi başlıyor, düşünce akışı arka kapakta övgü yazısı bulunan Hulki Aktunç’un metinlerini andırıyor, “eyvah acaba canavarları” gibi görece parlak buluşlar var ama orada noktalanıyor bu şah, anlatı tırıs gitmeye başlıyor. Aktunç’un metinlerinde rastgelelik hiçbir zaman tamamen başıboş kalmaz örneğin, anlatıya yer yer gevşek bağlarla da olsa bağlıdır. Aktunç’un Göktepe’ye “genç usta” deyişinde ara ara karşımıza çıkan hoş ataklara gösterilen bir beğeniden ötesi yok ne yazık ki, neden övdüğü anlaşılabilir ama o kadar da değil diyeceğim. Murat Yalçın’ın da benzer öyküleri vardır ve Aktunç kadar başarılıdır bence, Göktepe’nin sonraki metinlerinin YKY’den çıkması da anlaşılabilirse de en hafif tabirle aşırı bir iyi niyetin sonucudur bu. Bakalım, birinci ve üçüncü bölümdeki öykülerin izlekleri ortaktır, ailenin anlatıcı üzerindeki etkilerini kısa ve anlamca yoğun cümlelerde görürüz. Kardeşle ilgili mevzular vardır, aynı. Ders programı, dersler, okunan kitaplar oradan buradan fırlar, anlatı sarmallar çizer, dönüp dolaşıp anlatıcının yalnızlığına, ayrıksılığına geliriz. Biraz da serbest atışla geliriz, “bin dilin uyurgezer bekçisi” aynı zamanda “saklambaçta ilk sobelenen”dir, bu iki niteliği ve diğer sıfatları arka arkaya sıralanır, benzetme bolluğunun içeriğin zayıflığıyla birlikte kurguyu pek de doldurmadığını fark ettikten sonra tekrar eden kelimeler, cümleler daha da rahatsız edici olmaya başlar. “Uykusunda” yine iyi, mantığı ve işleyişi hoş, çekici de, sonrasında kısırlık başlıyor.
“Tarifi imkânsız sancılar içinde unutulmalarla, terk edilmelerle, umutsuzluklarla, sıkıntılarla, yorgunluklarla, perişanlıklarla, pişmanlıklarla baş edece gücü kalmayan bu zavallı, bu sararıp solmuş, bu bitmiş tükenmiş yürek,
bu taş parçası benim değil artık!
Benim değil!” (s. 20)
Bir anda çıktık oyundan, kendini acındıran anlatıcının sayıklamalarını dinleyeceğiz artık. Beklenen biri var, gelse her şey başka türlü olacak ama gelmiyor, anlatıcı beklediğinin hiç gelmeyeceğini düşünerek kendini psikolojik kuyulara atıyor, gelen mektuplarla avunmaya çalışıyor ama mümkün değil bu, ağlaya ağlaya helâk olmaktan başka yapacak bir şeyi yoktur artık. Gelecekte buluştuklarını düşünür bir ara, hasret dinmiştir, eller tutuşmuştur ama düşten çabuk çıkılır, göğsün üzerindeki kapanmak bilmeyen yara durmadan kanar, hep sevdadır ve hep hüsrandır, üstelik anlatıcının aldığı kolye beklenenin boynunda değildir, hiç olmamıştır. “Bir Odada Yapayalnız”ın ilginçliği notalardan gelir, öyküye yerleştirilen her bir nota en sonda gamda iniş ve çıkış olarak karşımıza çıkar, her notaya bir hece düşer. Ben de o notalardan düşecektim ki belki başka türlü bir anlatıma rastlarım diye devam ettim, sonunu getirdim kitabın. Neyse, “lanet olası”, “kahrolası” anlatıcı kendi kendine çektirdiği acılardan ötürü kızgındır ama kızgınlığına ve acısına sıkı sıkıya sarılır. Nerededir anlatıcı, nicedir, kendi kendine sorup durur, sonra yok olduğunu ilan eder, yokluğunu aynı şeyleri anlatmaya devam ederek ispatlar. Bir su kenarında çay içer mesela, garsondan çay istemeye kalkar ama cebindeki para azdır, garson da ortada gözükmez, çıkardığı kâğıt parayı katlamaya başlar. Sekiz kat, on altı kat, zannımca anlatıcı prestir ve Guiness Rekorlar Kitabı’na girdiğini bilmemektedir zira dünya kâğıt katlama rekoru on ikidir ama düşsel bir dünyada yaşamaktadır zaten anlatıcı, burada es verip devam edebiliriz. Tek kurtuluşunun yazmak olduğunun bilincindedir, “Yaaaaazzzzz!!!” diye haykırır kendine, klavyedeki bütün tuşları yan yana dizerek yirmi dokuz faktöriyelden öyküler devşirir, düştüğü dipnotlarda da aynı sesi ve içeriği korur, çizginin aşağısı da yenilgilere, yalnızlığa aittir. Kimseler gelmemektedir, ah, kimseler gelmemektedir, bütün ışıkları söndürmüştür anlatıcı, perdeleri çekerek içinden zindanlar, zindanlar, zindanlar türetir. İçinden. İçinden. Devam edemeyeceğim, Sema Kaygusuz’a ithaf edilen öykünün de aynı tarifeden olduğunu söyleyip noktayı koyayım bu bölüme. Pardon, hemen her şeyin “ağulu” olduğunu da eklemek gerek. Gökyüzü ağuludur, gece ağuludur, patlıcan ağuludur, ağusuz bir şeye rastlamak güçtür Göktepe’nin öykülerinde. Ağuu! Abartıyorum. Azıcık. Son bir şey daha, dışarıdakiler anlatıcıdan usanmışlardır sanki, kopmuşlardır, oysa anlatıcı hiçbirinin tavuğuna kışt, yüzüne hoşt dememiştir, aynı havayı solurlar, aynı filmlere giderler, öyleyse neden? Neden ve neden ama öyleyse böylesi şöylede neden? He?!
“Kum Saati” uzunca bir öyküdür, Münevver Hanım’ın yalnızlıklara gark olmuş yetmiş yaşının bir bölümüne şahidiz bu öyküde. Üşendim, kadına M diyeceğim. Her şey terk etmiştir M’yi, kardeşiyle kavgalarını hatırlayıp üzülür, bakkalın çırağını muhabbet etmek için evine çağırır ama çocuk patronunun beklediğini söyleyerek davete icabet etmez, kadını daha da yıkar. Sonra karşımıza bir anda necip milletimiz, yenilgi nedir bilmeyen halkımız çıkar: “Herkes yenilmişti demek! İyi ama kime yenilmişlerdi, niye yenilmişlerdi? O babacan, mert, vurduğunu kıran biz Türkler, bu kadar mıymıntı ıstıraplara mı bırakacaktık meydanları? Her şey bizim lehimizdeyken, hakkımız yenmemişken, seyircimiz çok iken, galip gelmemize ne engel olabilirdi ki! Acı ve geçmiş kimdi bizim karşımızda?” (s. 86) Türklük bahsi başka hiçbir yerde geçmez, M’nin kişiliğiyle hiçbir ilgisi yoktur, serbest dolaylı anlatıcı karakterle arasındaki mesafeyi kapatır kapatmaz serbest olmaktan çıkar ve yazarın didaktizmini dile getirmeye başlar böylece. Neyse, M geçmişteki taliplerini düşünüp yine üzülür, her gün olduğu gibi o gün de geçmişi anıp üzülecektir, babasının sadakatsizliğini gözünde canlandırarak bir kat daha üzülecektir, âşık olduğu adamın kendisini üfürükten bir sebeple terk etmesi kalbini kırmaya devam edecektir, offff, offfff, nereye gitse yalnızdı, nereye gitse ıssız ve kimsesizdi, kısacası yalnızlığına boğulmaktan başka bir şey bilmez M, anlatını tamamen bu yakınmalar üzerine kurulmuştur, içten içe M’nin ölüp de o cehennem azabından kurtulmasını dileriz. Yazarken utanıyorum, bu kadar keskinlikten hoşlanmam ama kitabın da ölmesini dileriz belki, M’nin açlıktan ölenleri, yoksulları ve ezilenleri düşünüp teselli bulmaya çalıştığı bölümlerde özellikle.
Üçüncü bölümdeki öyküler sadece bir tık daha iyidir, birtakım oyunlarla anlatı genişletilmeye çalışılır, iskambil kartlarının üzerindeki sembollerin biçimlendirdiği öyküde olduğu gibi gözlerimiz yeni bir şeyler arar ama yine gelmeyenler, gitmeyenler, susmayanlar, konuşmayanlar, gamsızlar ve vicdansızlar vardır, sahte sevgiler ve sahte dostluklar arasında azıcık duyarlı insanların yaşamları mahvolur, otobüste anlatıcının karşısına veya yanına oturan kadından bile hesap sorulur örneğin, kadının umuda araladığı kapı otobüsten inince bam diye kapanır, anlatıcı sancılarına küt diye düşer, kalbi çıt diye kırılır.
Yeterli. Necati Tosuner’in ilk kitabındaki metinler benzer bunaltıları benzer biçimde anlatır ama tekrara düşmez Tosuner, okuru bunaltan anlatının kanatları geniştir, ne bileyim, debisi yüksektir, pek bir rahatsızlık hissetmeden takdir edilecek bir şeyler buluruz. Gökhan Yılmaz’ın ilk öyküleri keza öyledir, daha oyunbazdır ve iyidir. Göktepe için en azından bu ilk kitabı göz önüne alarak aynı şeyleri söyleyemiyorum ne yazık ki. YKY’den çıkan ikinci kitabını da okuduktan sonra genel bir yorum yapacağım ama bugün sahafta dolanırken denk geldiğim, çok ucuza satılan üçüncü kitabını almaya elim gitmedi, öylesi bir uzak durma isteği doğdu bende. Bilemiyorum, başta bahsettiğim parlak buluşlar için okunabilir ama çok boş vakit varsa ancak.
Cevap yaz