Bu roman 1994’te Yunus Nadi Ödülü’nü kazanmış. Ertesi yıl Mahir Öztaş’ın Soğuma‘sı. İlginç bir tesadüf değil, o dönemin jürisi -bakındım da bulamadım, kimlerden oluştuğunu merak ettim- alengirli, metin içinde metinli, türler arasında yalpalayan metinleri seviyormuş belli ki, iki roman da oldukça hacimli ve esas karakterleri yazmakla kafayı bozmuş. Rifat’ınki çevirmen gerçi, çevire çevire yaratıcılığını zıplattığı için bir şeyler yazmaya çalışıyor. Öztaş’ın metni olay örgüsü daha sık bir metin, Rifat’ınki çark ettiği kuramlarla ilerliyor, çeviri tartışmalarından mimesis‘e dek donklamadığı mevzu yok neredeyse. Daha taklalı, hatta okuru penaltı anındaki endişeye düşürerek iki tarafa da yöneltebiliyor. Esas hikâyedeki karakterlerin saçma davranışlarını kurgusal acemiliğe vermektense yaşamların parodiliğiyle değerlendiresim var, yanlış köşeye (y)attığımı sanmam ama neden olmasın, olur. Olmazsa şudur: Rifat edebiyatımızdaki akımları sarakaya mı almaktadır, her bir karakteri tipleştirerek toplumcu gerçekçi, ideolojik, bunaltılı romanları mı yermektedir, nedir? Okurun kararıdır ama biraz da böyledir. Rifat metnini alter egosuna ithaf etmiştir ki esas karakter de çevirip yazamamaktadır, çevirdiğini yazmaktadır da kurmaca yazamamaktadır başta, uğraşını günü gününe kaydedecektir. İlk katman değil bu gerçi, en baştan alayım, “Yayımcının Notu” bölümünde Hayat Yayınları’nın kurucularından biri, Adnan Moralı kendi yazdığı romanı okura sunma sebeplerini anlatmakta, döneminin edebiyat dünyasını eleştirerek bahsettiğim yergiyi açmaktadır: “(…) Bunları söyleyerek, sözü, romanı yazdığım sıralar egemen olan düşünce ortamına getirmek istiyorum gene. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu ortam, adına sanat yapıtı denilen, tıkış tıkış siyasal sloganlarla dolu birtakım kağıt yığınlarının geçer akçe olduğu, son derece kısır bir ortamdı. Bu kritik noktayı göz önünde tutunca, romanımın ‘biçimsel’ görülebilecek yanının aslında beni beğenisizliğe karşı zırh gibi koruyan bir biçimdi bu sanıyorum- sözünü ettiğim edebiyat ortamına karşı doğal bir tepki olmuş olabileceğini de düşünüyorum. Bir benlik arayışının ürünü olan AYNAYA BAKABİLMEK, başka türlü arayışlar içinde bulunan dış dünyayla bu anlamda bir koşutluk gösteriyor.” (s. 13) Moralı başka bir bölüm daha sıkıştırmış, “Bir Öndeyiş Gibi”de “çeviri”, “sürgün” ve “tarih”ten başka daha pek çok kavramı incelemiş, Bierce’ın sözlüğünde olduğu gibi farklı anlamlarıyla, çağrışımlarıyla ele almıştır kilit sözcükleri. Artık hazırız, esas metne geçebiliriz: “Başlangıçta Söz Vardı”. Sayfanın ortasında boş bir kare, altında D.H. Lawrence’ın anlatana değil de anlatılana inanmamıza dair tavsiyesi, sonra Adem’in ilginç anlatıcılığı ve yaşamı. 19. yüzyıl anlatılarından biri olmadığını söylüyor Adem, Balzac’ın veya Maupassant’ınkiler zamanın bütün noktalarında bulunabiliyor, metnin her yerine girip çıkıyor da Adem yapamıyor bunları, kendinden uzağa düşemeyen bir anlatıcı çünkü. Tanrı, kendi evrenini yaratacak ve okuru bunun dışına çıkarmayacak, hatta güvenilmez olduğunu ifşa ederek evrenin içini de sislere boğacak. Meramı bir hikâye anlatabilmek, bir tanecik hikâye, çevirilerinin canı cehenneme. Teybinin mikrofonuna konuşuyor, söylediklerini kaydediyor ki hikâyesi yavaş yavaş ortaya çıksın. Teypten dinliyormuşuz gibi düşünebiliriz, Adem konuşmalarını aktarıyor okura. Bu sırada hikâyenin ögelerini düşünüyor, mesela aklında düşsel bir dinleyici yarattığını, böylece düşüncesine bir diyalog özelliği vermeye çalıştığını söylüyor, öykünün inşası hakkında bir inşa bu. Yazarların yazmaya dair yazdıklarının pek de alımlı olmadığını söylemek, eh, anlaşılır da Rifat’ın metni o sıkıntı vericilikten hiçbir şey taşımıyor, ne yaptığını o kadar bilen ve bilmeyen bir yazar adayının akıl yürütmeleri pek ilginç. Bir kez daha kuramları anıp bir daha açmayacağım mevzuyu, Adem çeviri, kurmaca, genel olarak edebiyat hakkında yeri gelince bütün bildiklerini döker, kendine bir seyir çıkarmaya çalışır, hatta hikâyenin bir yerinde ünlü edebiyatçıların katıldığı bir etkinlikte dinledikleri edebiyatımızdaki tartışma konularından ibarettir. Cinsellik kurmacaya ne kadar sokulmalıdır, yazarın topluma karşı bir vazifesi var mıdır, yazar yazar mıdır, kafa ütüleyici ne varsa konuşulur, yazarlar ortak bir fikre varamazlar. Adem için sıradan, sıkıcı bir etkinlik, onun derdi başka. Baktı ki sesini kaydederek olmuyor mevzu, hemen günlük tutmaya başlayıp form değiştiriyor, yapıt fikrini açtıkça açıyor. “Yola bir öykü anlatma tasarısıyla çıkmışken, çabamın bir öyküyü anlatamayışımın öyküsü olmasından korkuyorum.” (s. 29) Bu formu Tristram Shandy Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri‘nin biçimiyle kıyaslar, aslında çevirdiği veya okuduğu pek çok yazarın kurmacaya kattıklarını kendi metninde nasıl kullanabileceğini düşünür, bu ilk bölüm yazma çabasıyla edebiyat tarihi arasında gidip gelir. Yazsın tabii nihayetinde, Adem ortaya cinayetli, kurmacalı bir öykü çıkarır nihayet, kız arkadaşı Nihal’e gönderir. Öyküdeki yazarla Nihal’in kırk yıllık evli olduğunu yazmıştır, Nihal bu kurgudan oldukça etkilenip nihayet evlenme ihtimalinin doğduğunu düşünür, gerçi bu noktadan itibaren metnin şirazesi iyice kaydığı için başka bir paragraf lazım.
Hikâye iyice çatallanmadan bir yere tutunmalı: Nihal ve Adem var zaten, Nihal’in gazeteden patronu var, Adem’in çok sevdiği bir yazar ve çevirmen, ayrıca adamımızın yattığı bir kadın bu yazı için yeterli. 1980 Darbesi’nin üzerinden öyle uzun bir zaman geçmemiş bir de, geri planda öyle bir karanlık var. Saçmalıklar var ayrıca, Nihal ve Adem’in sevişmelerinde, Adem’in Erenköy’deki evinde takılmalarında sorun yok da diyalogları anayasa hukuku kadar ciddi, tatsız, renksiz, daha da, teatral, başarısız bir metinde diyaloglar nasılsa öyle. Nihal bir zaman sağcı patronunun kendisine ilgiyle baktığını Adem’e söyledikten sonra kayboluyor ortadan, Adem kıskançlıktan kafayı yiyecekken Nihal’in evine gidiyor ve kızın annesinden bir haftalık izni öğreniyor, Nihal haber vermeden tatile gitmiş olabilir mi patronla? Nezarete atıldığı ortaya çıkıyor, meğer örgütlü hareketlere katılarak cuntayla mücadele etmeyi seçmiş Nihal, sevgilisinin bütün uyarılarına rağmen mücadeleyi sürdürecek ve bir ara Adem’i de harekete katmaya çalışacak hatta. Müthiş absürt, Adem’in katılmayacağı o kadar belli ve Nihal’in daveti o kadar saçma ki kavgalarının şiddetine şaşırmıyoruz bile. Bunlara parodinin bir parçası diyelim, ağızlarından çıkan her sözden sonra mimiklerine dair yapılan yorumlar için ne demeli? Her sözü ya, hemen her sözü ironik bir gülümseme, sarkastik bir göz süzme, içten bir amuda kalkma falan takip ediyor, az kalsın camı açıp “Yangın var!” diye bağıracaktım ki parodiyi hatırlayıp sakinleştim. Adem’in seviştiği diğer kadın da saçmalığın daniskası, Nihal’in annesiyle konuşmadan önce Eyüp’te bir çay bahçesine gidiyor Adem, orada Fransızca bilen yabancı bir kadınla tanışıyor, Pierre Loti’den açılan muhabbeti birkaç gün sonra seks yaparak sürdürmek istiyor Adem de kadın öyle bir sarıyor ki bütün karizması, havası nereye gidiyor bilmem, metindeki bütün saçmalıklar nereye gidiyorsa oraya. Adem’in yaptığı çeviriyi bitirmesini bekleyen yayımcısının Adem’in komşusu olan kızlardan birine tecavüz etmesi de oraya, Lolita mı girmiş metne? O hacmi yeterince deşemeyeceğim de Adem’in sevdiği bir yazarı “habersizce” öldürmesi, birkaç zaman sonra adamın tekrar ortaya çıkması da devamlılık hatasına dair bir dalgadır diyesiyim, sonra askerler tarafından muhtemelen tecavüze uğrayan Nihal’in başka bir adamla evlenmiş olması çoktan, eh, Adem en sonda yine günlük tutmaya başlayınca esas veya alternatif gerçekliğe dönüyor da Blanchot’nun “yalvaçsı sözüyle” bitiriyor metnini: “‘Yazarın niçin ancak yazmadığı yapıtın güncesini tutabileceğini anlıyoruz. Bundan başka bu güncenin, ancak düşsel olarak, onu yazan kişi gibi kurmacanın gerçek dışılığına kapılarak yazılabileceğini de anlıyoruz. Hazırladığı yapıtla zorunlu olarak bir bağlantısı yoktur bu kurmacanın…’” (s. 436) Sanki tam yerine bırakıyor ipucunu Rifat, yoksa hikâyenin savurduğu yerlerde çıkışı bulamayıp kaybolacağız.
Şenlik gibi bir metin, okunmalı.
Cevap yaz