Şahin’in erkek terörünü anlattığı öykülerden “Kaplumbağa” arızalarına rağmen en okunası öykü belki de. Ergenliğine beş kalmış bir çocuğun gözünden gördüğümüz dünya yine çocuk dünyası ama çocuğun gözleri yetişkin gözü, ilk falso. Kümesler, ambarlar, bahçeler, kırsaldayız, yakın zamanda muhtarlık seçimleri olduğu için geceleri de şenlikli bir ortam, çocuklar dışarıda oynayabiliyorlar. Anlatıcının arkadaşı Nurgül fark ettiği kaplumbağayı gösteriyor, Cemil hiçbir şey göremediği için kızı yalancılıkla suçluyor, Nurgül görmeyi bilmeyenin göremeyeceğini söylüyor, çocuk muhabbeti. Kaplumbağa eti lezzetliymiş, Nurgül’e de Kadir Abi söylemiş ki her pisliğin müsebbibi Kadir Abi’ye anlatıcı takık, bir halt yemesini bekleyebiliriz artık Kadir Abi’nin. Sonraki birkaç gün Nurgül ortalarda görünmez, göründüğünde eski neşesinden eser yoktur. Çiçek toplamak istemez, kaplumbağa aramak istemez, ağlayarak evine döner. Anlatıcı arkadaşı için kaplumbağa aramaya gider, bulamaz, kös kös köye döner. Önceki günlerde Kadir Abi’nin adını duyduğunda da eve kös kös gitmişti, demek ki kös köslük mühim. Öykünün sonuna geldik, Nurgül’ün başına gelen işin ortaya çıkması gerekecek de nasıl olacak, iki arkadaşın giderek soğuyan yakınlıkları mı, bir işaret mi, seziş mi? İdeal son? Bilgi topağına başvuruyor Şahin, hikâyenin usul usul gidişini ani bir düşüşle kesiyor. Anlatıcı eve geldiğinde yengesiyle anasının çamaşır yıkadıklarını görüyor, yengesinin anlattıklarını dinliyor bir yandan. Kadir iki gün önce kızı sıkıştırmış, kaplumbağasını nihayet “vermiş”, etin lezzeti de anlamına kavuşmuş. Topakla biten öykülerin yavan sonları: Eve gider anlatıcı, divana oturur, usulca ağlamaya başlar, nokta. Klasiğin de klasiği bir öykü biçimi, topak, taca çıkan son, yengenin çığlıklara, yalvarmalara dair lüzumsuz ve inandırıcılıktan uzak açıklamaları derken falsolar birikti, diğer öykülere taşmasın diye sayfayı korkuyla çevirdim. “Kırmızı Şekerler”. Safiye’nin dilinden kadınlar, çocuklar, mahalle. O gün işe gitmek istemez Safiye, yanındaki kırmızı haplarıyla birlikte annesine gider çünkü annesi iyidir, kırmızı haplar da iyidir ama sadece Safiye kullandığı zaman. Sokakta oynayan çocuklarla çarpışır, ilaçlarını düşürür Safiye, annesine geldiği zaman komşu kadınların acılarını, dertlerini öğreniriz, Safiye’nin çocuk özlemini de öğreniriz, acılar sökün eder de yine bir bağlama noktası gereklidir tabii. Safiye bir ara krize girer ve ilaçlarını arar, bulamaz, sokakta oynayan çocukların çarpışma sırasında düşen ilaç kutusunu aldıkları ve hapları lüplettikleri ortaya çıkar. Üçü de komşunun çocuklarıdır, komşu kadın feryat eder çünkü en küçük çocuğu kusuyordur o sıra. Öykülemenin hikâyeyi taşıyıp taşımadığına bakıyorum, geçmişe dönüşlerle sağlamlaştırılan şimdinin hikâyesini sert bir finalle sonlandırmak dengeyi bozuyor, öykü ansızın öne yatıyor, daha da hangi dandik benzetmeleri yapabilirim diye düşünüyorum. Bir de yanlış anlamadıysam komşunun iki çocuğu da ölüyor, öykünün başında Safiye’nin iki cümlelik hastane ziyaretinden öğreniyoruz bunu. Sonra da nasıl öldükleri var işte de biri kusuyordu zaten, diğerinde arıza yoktu. Vöeh vöeh kusturursunuz ikisini de, neden öldüklerini anlamadım. Anlayışım külli yanlışsa o çocuklara uzun ömürler dilerim.
“Sen Büyüyünce” yine taciz, tecavüz, dünyanın korkunçluğu. Can sıkan bir nokta, insanlığın en büyük sorunlarından biri hep aynı biçimle, karakterleri tek boyutlu halleriyle tutarak, sadece eylemler sıralanarak anlatılıyor. Derinliği varsa da kalmıyor öykünün, gazete haberine veya köşe yazısında anlatılan bir anıya dönüşüyor. Şahin’in öykülerindeki en büyük sorun bu, meseleler kesinlikle dikkate değer ama anlatım o kadar kuru ki yavan bir acıdan fazlasını içermiyor, kötü insanlar kötü şeyler yapıyorlar ve acı çekenler acı çekiyorlar, hepsi bu. Anlatım tekniği çeşitlenmiyor, öykü estetiği ön planda değil, kısacası öykü, anlatmanın aracı bir türüne indirgenmiş. Cansız, yeniye dair hemen hiçbir şey yok, hele iki klişe var ki keyif bırakmıyor okurda da önce “Sen Büyüyünce”yi bitireyim. Anlatıcının kızı çocukluk anısı olup olmadığını soruyor annesine, anlatıcının eşi de merakla bakıyor anlatıcıya. Geçmişe dönmek için süper bahane, o geçmişin kapısı bir yerden açılıveriyor. Anne küçük bir kız eskiden, dayak yiyor sürekli, ailesi korkunç. Sokağa kaçmak, insanlara karışmak için iyi. Karşı apartmanın birinci katına iki çocuklu bir kadın taşınıyor sonra, Meral dul bir kadın, İnci’yle Çağla çocukları. İnci “fıstıkla” oynamayı öğretiyor anlatıcıya, başka bir gün makyaj yapmayı öğretiyor ve Bakkal Hüseyin’in ilgisinden bahsediyor, sapık bakkal küçük kızların peşinde. Melun İnci ayarlıyor, bakkal anlatıcının üzerine çullanıyor, kız eve döndüğünde annesi banyoya sokuyor ve görüyor ki kızın ardı hep kan. Anal penetrasyon yüzünden o kan da annesi direkt aybaşı muhabbetine bağlıyor, başka bir şeyden şüphelenmiyor hiç. Makyaj günü kız eve döndüğünde, haydi makyaj çıkarılmış olsun da saça sarılan bigudinin de farkına varmıyor. İşte, başa dönüyoruz, çocukluğunu kızı büyüdüğü zaman anlatacağını söylüyor anne, kadın olmanın zor olduğunu düşünüyor. Eh, üç kadının koca mahalleyi hacamat etmeleri, mahallelinin kadınları tecrit altına almasına rağmen bakkalın fenalığına dair hiçbir şey sezmemeleri, yani öyle lokmalar var ki yutulacak gibi değil.
Tam yavan öykülerden “7. Gün” anlatıcının babasının yedisini anlatıyor. O gün akrabalar evi doldurmuş, babanın anısını umursayan ve umursamayan insanlarla dolu evde kendine bir köşe arayan anlatıcı babasını görüyor. Dişleri bembeyaz. Bir iki duyarsız insanın verdiği sıkıntı, bir iki duyarlı insanın tesellisi ve babanın dişlerinin beyazlığı. Hayalet baba. Bu bir öykü tabii de sanrı babayı görmek dahil pek bir şeyi yok. Akıl hastalıkları birkaç öyküde karşımıza çıkıyor, “Gece, Kediler ve Sessizlik” bunlardan biri. Anlatıcı kedileri görüyor, sarı gözleri. Hayatıyla ilgili bir sorunu var, “üleştirilemeyen bu hayatın kıvrımlarında kedi gibi dolandığını” söylüyor, kaçmak için sokaklara vuruyor kendini de kedilerle kuşatılıyor yine. Bu da önceki öyküden hallice. “Sahi Benim Adım Neydi?” bayat bir twist için yazılmış gibi duruyor. Anlatıcı psikoloğun karşısında, bir öykü kişisi varmış içinde. Bu kişi sürekli rahatsız ediyormuş çünkü kendisine tecavüz edeni öyküsüne almamış yazar/anlatıcı. Korumuş, isim vermemiş, tecessüm ettirmemiş, her neyse, sıkı bir çatışma. Psikolog da psikolog değilmiş aslında, yazarın öykü kahramanına dönüşmesine yol açıyor, kendi adını hatırlamayarak tecavüzcünün hiçliğine varıyor yazar. Yine eh. “Gölgesiz” için formül öyküsü diyebiliriz sanırım, başka öykülerde rastladığımız bir örüntüye sahip. Anlatıcı kendini hiç sevmediğini söylüyor, aynadaki kadını sevmemiş çünkü gölgesiz, değersiz. Anılar kovalayınca yatağına kaçıyor da o gıcırtı nesi, ha, tabii ki geçmişten devşirilen bir hikâye. Köydeki Neriman anlatıcının arkadaşı, Zafer kuzeni. Zafer bir gün Neriman olmadan yaşayamayacağını söylüyor, kızdan arkadaşını kuytuya çağırmasını istiyor. Gerisini şak diye tahmin ediyoruz da sondan başa dönmeli yapının kaçıncı kez tekrarlandığını bilemiyoruz. Finalde kendini ve erkekleri sevmediğini söylüyor anlatıcı, bunaltıcı çemberi tamamlıyor. “Kadınca Yaşamak” o kadar didaktik ki öykü diyesim yok. Ah Elif, sen anlamadın mı o öküzün seni öldüreceğini, neden onun peşinden gittin de kendini önemsemedin, çünkü sen öyleydin ve o böyleydi ama kör müsün Elif, azıcık görseydin de ölmeseydin keşke.
Şahin’in bende başka bir kitabı varsa okuyacağım, yoksa yolculuğumuzu tamamlanmış sayacağım. Beni heyecanlandıran hiçbir şeye rastlamadım öykülerinde. Düz öyküler. Öyle öyküler.
Cevap yaz