“Likyalı Gülpembe”: Bir şeylerin çok ilginç olduğunu söyler biri, diğeri de gerçekten ilginç bulur bir şeyleri, Gülpembe başını kaldırıp seslere kulak verir. Perde daha başta çekilir, Gülpembe ayaklarına terlikleri geçirip seslerin geldiği yere doğru yürür, peşinde kızı, sesler yaklaşıp “içeri girer”. İçi dışı, Gülpembe’si kızı, ne varsa karanlıkta, loşluk perde aralandıkça açılacak, on numara başlangıç. Adım adım: gelenler Gülpembe’yi görünce şaşırırlar, pipolu adam sorar, Gülpembe ve kızı ne yapıyorlar orada? Yaşıyorlar, tüp var, döşek, Gülpembe şöyle bir gösteriyor eşyalarını. Neredeler, neden oradalar, muamma. Sarışın kadın ve sakallı adam bir kenarda sessiz sessiz konuşuyorlar, Gülpembe çorba ikram ediyor ama o sıcakta içmek istemiyorlar, sonra sarışın kadın Gülpembe’nin fotoğrafını çekmek istiyor. “Mezardan” çıkıyor Gülpembe, ikiletmiyor. Muğla’da gördüklerim bu mezarın bir benzeriydi herhalde, kayalara oyulmuş kral mezarları bir Abu Simbel değildi ama aynı havayı taşıyordu, çağlar öncesinin insanları yonta yonta ev yapmışlar krala. Ve Gülpembe’ye tabii, uzaktaki kotra demir atıp beklediğine göre evinde bir müddet misafir edebilir gelenleri, bu sebeple balık ikram ediyor ve geri çevrilmiyor bu kez. Kızı Kısmet’i mangalı iskeleye koşturmaya yolluyor, kendisi de aşağı indiğinde kotrayla gelenleri görüyor. “Mavi yolcular” için yeni bir tecrübe, deniz tertemiz ve birileri yaşıyor mezarlarda, tuhaf. İçlerinden biri Likyalıları anlatıyor Gülpembe’ye, savaşı çok sevdikleri için Likyalı erkekler ölümlerine giderlerken geride kalan kadınları her işi üstlenirlermiş, ekip biçmede olduğu kadar yönetimde de söz sahibiymişler. Paralı askerlik de yaptıklarını duyan Gülpembe hemen denklik kuruyor, başkaları için çalıştıklarından ötürü kendileri de paralı asker aslında, geçmişle günümüz arasında üfürükten olmayan, hikâyeye giydirilmiş bir toplumsal eleştiri, mesaj. Gemi demir alıp yola koyulduğu zaman tepeden izliyor Gülpembe, kendini Likyalı bir kadın olarak duyumsuyor, gidenlerin ardından hüzünle baktıktan sonra evine dönüyor. İyi öykü, borazanlığı yok. “Yetmişlik Saadet” de öyle, bir gece yolculuğunun sonunda otobüsten inen dört kadının en yaşlısı olan Saadet’in bireysel yıkımının yanında yine bir eleştiri var, çarpıklık alenen ortaya sürülmüyor. Kadınlar sabah ayazında sıcak bir çay içmek için çırağın asık suratına katlanmak zorunda kalıyorlar, sonra hususi olarak yollanan araca atladıkları gibi düğün evine. Saadet’in yanına aldığı üç yardımcısının hikâyeleri de buruk, biz Saadet’i göreceğiz sade. Düğün evinde söylediği türküleri, alçaltıcı muameleleri, kafadan emekli olduğu için oynamak istememesini ama önüne fırlatılan bir altın liraya boyun eğişini, sevdiği adamın elli yıl önce feodal beylerce öldürülmesini, neleri. Şu bölüm hem öykünün hem Özdamar’ın dilini örnekler sanıyorum: “Tezgâhtaki halı bitmiş, ipleri kesilmeye hazır, duruyordu. Bir süre halının renklerinde, desenlerinde göz gezdirdi. Ne zaman böyle bir halı görse, kendi dokuduğu o yarım kalmış halı gelirdi gözünün önüne. O halıyı hayalinde ilmek ilmek bitirmeye çalışırdı, yapamazdı. Ya yumaklar savrulurdu gözünün önünde, ya da düğüm olurdu üst üste…” (s. 20) Ne zaman geçmişe gider, ne zaman şimdinin çıngarına döner, belli etmez Saadet, hikâyenin gerisi tahmin edilebilir ama gerisinin nasıl geleceğini öngörmek zor. Hoş. Kentteki çengi pazarı mesela, amele pazarının değişiği, düğün tertipleyenler alana gelip köle seçer gibi seçermiş oynakları da başını eğermiş Saadet, yine oralara dönmek istemediği için altın lirayı almak istemiyor ama ev kirası, yaşlılık, açlık derken ne yapacak, lirayı alsa bu kez kalkıp oynamak zorunda ama çok yorgun, ne olacak? İyi öykü bu da, ilk ikiden güç alıp üçüncüyü de keyifle deviririm dedim ama o ne, çok kötü. Anlatı o kadar açılmasın yani, bir anda ışığa boğulunca gölge oyunları kayboluyor, kabak gibi bir gerçeklik çıkıyor ortaya, çirkin. “Hacer ile Aslı” öncekiler gibi başlıyor, camdan bakan elemanların sokaktaki kadını görüp içeri koşturmalarından, elemanlardan birinin annesine kadının geldiğini söylemesinden sıkı bir hikâye çıkabileceğini düşündüm, kadın eve girip çalan telefonu açtığında her şey bitti. Telefondaki sığır önce sizli bizli konuştu, işi ayarlayınca sığırlığını gösterdi, Hacer’in aslında Aslı olduğu anlaşıldı, tamam. Sürdürme yani bunu, açık ettiğinden başka bir yere sapmayacaksan yol eder tekdüzelik, sıkar. “Telekız” Aslı’yı kovmaya çalışacaklar apartmandan, kapıcısı yöneticisi düşman kesilecek, her birinden anlayışsızlık pörtleyecek. Alt komşunun mevzuya dalışı çok komik, adam eşini kaybettiği için ağlarmış da hıkı mıkı duyarmış Hacer, ey, telekızlığı duyulur duyulmaz adam kapıya dayanıyor, Hacer’e kızı gibi muamele edeceğini söyleyerek yeşilleniyor. Ne gerek, baştaki adamlardan biri kapıya dayandığında Hacer’e apartmandan siktirip gitmesini söylüyor, ortam aşırı gergin, sonra bu herif gelip tekmeyi yiyene kadar batırıyor havayı. Hadi yine sündürmeye razı olalım, Hacer’in iç dünyasının keder okyanuslarında boğulmasını uzun uzun göstermek niye, öyle üzülmüş de böyle kahrolmuş Hacer, dünyada ona yer yokmuş da nereye gidecekmiş, bunları bizim yerimize düşünen anlatıcıya çok teşekkürler, beynimizi küçülttü. Çok ilginç, bundan sonra gelen iki öykü iyice, ilkinde çocuğunu zengin bir aileye evlatlık veren kadının yıllar sonra oğlunu geri alma çabası var, iyi de anlatılmış ama “Son Tablo” diye bir öykü var, berbat sonuna rağmen Özdamar’ın en iyi öyküsü olabilir. Uykusunda hafifçe devinen Nihan’ın açığa çıkan göğsünü çizmek için kaleme sarılan yaşlı ressam poz kesmekten geri durmayıp yüz ekşitir ama ressam, kessin o kadar. Nihan’ın gençliği ressamı diri, ölümü uzak tutar, adam yaşlılıkla boğuşurken klişeye can sıkıcı ölçüde gömülmez diyeyim, resimle ilişkisinin boyutları da hikâyeyi genişletir bir güzel. Sergide başlıyor mevzu, gelenler tırışkadan yorumlarıyla resimleri yüceltiyorlar, yerin dibine sokuyorlar, öyle bir muğlaklık var ki ucube gösterisinde miyiz, yüksek sanatın efendilerinin nadide yorumlarıyla mı müşerref oluyoruz belli değil. Bu aradalıkta ressamın giderek çöktüğünü görüyoruz, ortalıkta dolanırken daha çok içmeye başlıyor, kamburunu çıkarıyor, eleştirmenlere yanaşıp sanatla yaşamın ortak hiçliğinden bahsediyor, Nihan’la şak diye karşılaşınca allak bullak oluyorlar. Nihan çürümeye meyilli bir yaşamı dirilttiğinin farkında, ressam zaten aşkla dolu, daha çok resim satabilmek için rol kesen ressam bir anda tersine çeviriyor görüntüyü, bu başkalaşımı çağıran hiçbir şey olmadığı için anlam sarsılıyor, güm diye oturuyor yeni yerine. Sonu ne, ressam “Ressamın Ölümü” nam tablosunun önüne yürüyor. Yani olmasaydı sonumuz böyle, son üç dört cümle hariç öykü tam. “Sessiz Çığlıklar” yine sonuyla batan bir öykü, Özdamar sembolik, artistik takla atmadan bitirseydi öyküleri. Taşrada bir kasabanın akıl hastanesinde çalışan Ayla’nın çilesi balyoz gibi iniyor kafaya, çok sert. Yeni tedavi yöntemleri denemek istiyor Ayla, grup terapisine yöneliyor ama katılımcılar hiçbir şeye uymuyorlar, kasabalılar ve civar köyden gelenler kadını hayretlere düşürüyor, öylesi bir ilkellikte nasıl faydalı olacak? Öykü iç içe geçmiş iki hikâye çizgisini başarıyla taşıyor: kasabanın hakimi, amiri, kimi varsa toplanıyorlar, dışarıya bulaşmıyorlar ve o yoklukta zaman öldürüyorlar, eşler örgü örmekten başka hiçbir şey yapmıyorlar, o ortamda Ayla delirecek gibi olurken terapi sırasında girdiği diyaloglarla birleşiyor bunaltı, gerçeklik iki parçaya bölünerek Ayla’nın bilincine eziyet ediyor. Nedir, en sonunda mavi ekran hatası veriyor kadın, en umutsuz hastaların arasına giriyor, kimse saldırmıyor ona, başına çiçekten bir taç konduruyorlar. Meh.
İyi öyküler var bu kitapta, Semra Hoca okunur.
Cevap yaz