Afşar Timuçin – Yarına Başlamak

Kitabın sonunda dönemin meşhur isimlerinin yorumları var, bahsetmeli, çünkü Timuçin’in romanının yayımlandığı 1970’lerde bu isimlerle münasebet kurmuş ustamın söylediklerini hatırlıyorum, 1970’lerde değil, yakın zamanda, yazıları da okuyunca bazı şeylerin birbirini tutmadığını görüyorum. Mehmet Seyda mesela, toplumculuğu öne çıkarmayan yazarları eleştirmesine rağmen Afşar Timuçin’in metnini neden över? “Afşar Timuçin, geçmiş yıllarda, Ataç Kitabevi’nde bir sabah, elinde süpürgesiyle yerleri süpürürken beni nasıl etkilediğini bilebilir mi? Çilesi, çektikleri daha o zaman bile yüzünde okunurdu. Küçük burjuva gururunu kırmak! Nice devrimci, eylemci görmüşümdür ki, bu gurur hâlâ barınır kendilerinde. İşçi sınıfından yanadırlar, ama işçi katına inemezler, daha doğrusu çıkamazlar.” (s. 156) Mesela romanı değerlendirirken karakterleri “toplumda bir yere sağlamca oturmak için kendini arayan yeni tipler” olarak görmüş Seyda, “değişik türdeki romanı” okurken Timuçin hep karşısındaymış. Süpürgeli emekçi haliyle elbet, küçük burjuva olarak değil. Bunun metinle ilgisini düşündüğümüzde aklımıza Teke zortlatması gelir, malum, Teke zortlatması nadide yöremizin müstesna bir oyunudur ve romanla alakası süpürgeli emekçininkinden daha görünürdür. Yani âşık bir çiftin Teke zortlatmasıyla coşması her şeyden daha olası. Seyda’nın bir zamanlar eleştirdiği yazarların tipleri yeni mi değildi, o yazarlar işyerlerinde cam mı silmiyordu bilmem, gerçi çok da yüklenmemeli çünkü anlaşıldığı kadarıyla Seyda’nın yazısının tamamı alınmamış, Rauf Mutluay’ın Varlık Yıllığı 1976‘daki yazısında Seyda’nın ayrıca “inandırıcı bir gerçekçilikte değil” dediğini öğreniyoruz roman için. Mutluay’ın yorumu: “Cılız, eksik bir kitap; Hüseyin belki daha çalışmayı yeğlerdi; Timuçin acele etmiş.” (s. 157) Hüseyin romanın iki karakterinden biri, gazeteci olduğunu biliyoruz ama gazetecilik yaptığına şahit olmuyoruz, aslında hemen hiçbir şeyine şahit olmuyoruz. Yalova’ya gidiyor, Bursa’ya gidiyor bir kez, Ayşe’ye telefon ediyor, Ayşe’yle vakit geçiriyor, bu kadar. Bir türlü yazamadığı romanı sayesinde okur intihar edip şu üst düzey acıdan kurtulmak isteyebilir, makul zira roman yazmak veya yazamamak gerçekten de beynimizi kemiren bir kurda dönüşebilir, karaktere silah çekip “Yaz ulan şunu artık!” diye haykırırken buluveririz kendimizi. Geleceğim buralara, Hasan İzzettin Dinamo’nun yorumuna da bakalım: “Bu karmakarışık kaygulu toplum düzenine değinen hiçbir satıra rastlamayacağımı bilerek romanı bir yana bıraktım. Ancak, zamanla içinde olgun, tatlı bir yazış biçimi, amatör romancının ötesinde sürükleyici bir güç sezerek bir kez daha okumağa başladım. Bu kez bitirdim. Daha çok diyaloglarla sürüp giden sayfalarda iki kişinin kısa konuşmaları, tiyatro konuşmalarını andırmakla birlikte, iki genç insanın derinliklerinden seslenen, müzik, bilgelik, sevgi lirizmi beni iyice sardı.” (s. 158) Ahmet Telli bu topluma değinmeme olayını biraz daha derinleştirerek Mutluay’ın eleştirisini Hüseyin’in sözlerini temel alarak eleştiriyor, her bireyde toplumdan bir parça olduğunu, bireysel acıların toplumsal temelini düşününce metne bödöf bödöf yığılmayan bir toplumcu gerçekçiliğin dışında da aynı hassasiyete rastlamanın mümkün olduğunu söylüyor karakter bazında. Telli’nin yaklaşımı mantıklı, Dinamo’nun buluşu geçerli, o dönemki “halkı anlatın, milletin acılarını anlatın kardeşim” yaklaşımının Memet Fuat ve Fethi Naci’yi iyisinden bir küstürdüğünü biliyoruz, yani Timuçin öyle veya böyle babaların onayını almış gibi görünüyor ve babaların onayını alan yazarlar almayanlara oranla geleceğe kalma ihtimallerini -mantık gereği- arşa çıkardıklarına göre bu metin bugüne neden gelememiş? Berbat çünkü. O dönem eleştirile eleştirile bir hal olan ustam nasıl kaldı bugüne, muhteşem çünkü. Lafı buraya kadar uzatabildim, metne geçmek zorunda olduğum için çok üzgünüm. Bu konuda son bir şey: o zamanlarda da gazlayıp fişekleyip eşi dostu öne çıkarmaca varmış ama görüldüğü üzere balon patlıyor önünde sonunda. Güzel.

Hüseyin gemide, Yalova’ya gidiyor. Kamara altı kişilik, üç kişi oturuyorlar. Bir yerlerden tanıyor kadını Hüseyin, çıkaramıyor, kadın da Hüseyin’i tanıyor ama o çıkarıyor, yaşlı adamsa kamaradan ve anlatıdan çıkarak hayatını kurtarıyor. Hemen bir vecize patlasın mı, patlasın, romanda yüz beş bin üç örneğini göreceğiz: “Ne çabuk siliyoruz aklımızdan. Kala kala bu yüzler kalıyor işte, bulanık sular gibi, gelip geçici bulutlar gibi. Bu yüzler, uçucu dostları belleğimizin.” (s. 7) Hikâyenin başlarında bellekle, anılarla ilgili dikkat çeken birkaç fikir var bu arada, neyse ki hemen aşk meşk giriyor araya da vadedilen umut yok ediliyor. Kadının kim olduğunu düşünüyor Hüseyin, bir zamanlar “Ekmek Kartı Verilmiştir” damgası bulunan kartını da aynı anda düşünüyor, sanırım bu karta sahip olanların bazı insanları hatırlayacak kadar nöron geliştiremediğini ifade etmek istiyor, savaş yıllarında yeterli besini alamamışlar malum. Neyse, Ayşe kendini hatırlatıyor, zamanında aynı bölümde okumuşlar, arka arkaya otururlarmış, sonra yolları ayrılmış. Yıllar sonra tekrar birleştiğine ve yalnızlıktan kafayı yediklerine göre aralarında cızt bızt bir şeyler olsun, oldu. Ayşe telefonunu veriyor, Hüseyin hemen arıyor ve o diyaloglar başlıyor, kafayı duvara vura vura kurtulunması gereken diyaloglar. Alıntılamayacağım, böylesi korkunç bir “sevgi lirizmi”ne bir de Pelin Özer’in 17 Haziran‘ında rastlamıştım. Tuhaf aslında, iki metin birbirine acayip derecede benziyor. İşte, Hüseyin pek bir şey okumamasına rağmen roman yazmak istiyor, okuması şart değil roman yazmak için ama okusa daha iyi yazabilirdi, “yazabilirdi” en azından, kabızlığı yüzünden kızın da içine fenalıklar bastırıyor. Ayşe bıkmıyor neyse ki, adama âşık olduğu için her türlü desteği veriyor, Hüseyin ne zaman romanı yazamayacağına dair umutsuzluğa kapılsa fiştekliyor. Yani kahkaha atılsa atılır, roman diye başladığı bir metni okuyor Hüseyin, keçi krallığında geçen tırışka bir masal diyeyim, Ayşe umutla dinlemeye başlayıp hayal kırıklığına uğramış olacak ki masalların üfürme olduğuna dair bir iki şey geveliyor, adamı da orta yerinden kırmak istemediği için idare ediyor. Aslında bu bölümlerde hislenmemiz, karakterlerin birbirlerine yaklaşıp uzaklaşma eylemlerini hikâyenin sıkı parçaları olarak görmemiz lazım ama gülünç yahu, anlatıda mizah havası olsa cuk oturur mesela. Ha, adam pek bir şey okumamasına rağmen Lorca’dan bilmem kime pek çok şairle yazarın metinlerini biliyor, o da başka. Aşkları için şiirlerden çarpacağı dizeler lazım sonuçta, romanlardan aşıracağı vecizeler lazım, ne bileyim, Ayşe iyi bir okur olduğu için onu etkileyecek şeyler söylemeli. İlkkan bu adam ya, Hüseyin aslında kendini İlkkan’ın kendisini ciddiye aldığından daha fazla ciddiye alan bir İlkkan. Cümleyi kes, yapıştırma. Ayşe’nin Hüseyin’e neden âşık olduğunu hiçbir zaman anlayamayacak olmamız kalbimizi kırabilir, kırmasın çünkü hayatta böyle şeyler olur. Ayşe’nin bir türlü boşanamadığı kocası gibi adamlar da vardır, intihara kalkışırlar, psikolojik şiddet uygularlar, bir de böyle metinlere toplumsal eleştiri nesnesi olurlar. Ayşe’ye göre kocası tam bir tüketim toplumu neferidir, sıkısından bir poz kesicidir, sağlamından bir yiyicidir, tın teneke bir adamdır bu koca, Allah kahretsindir. Boşanmaya yanaşmaz, Ayşe’ye dert olur. Sonra Hüseyin’e dert olur ve Hüseyin’in aslında feodal sığırlığa yakın olduğunu anlarız zira Ayşe’yi darlamaya başlar bir süre sonra, o adamın varlığından rahatsız olduğunu, boşanmanın bir an önce gerçekleşmesi gerektiğini söyler. Ayşe elinden geleni yapmaktadır, Hüseyin anlamaz görünmektedir, en sonunda adamla kendisi görüşmek ister ve adamın kaldığı otele gider ama adam çoktan dönmüştür memleketine, Ayşe’yi bırakmaya karar vermiştir. Ne olur, bir anda mutlu mesut bir aile yaşantısına kavuşurlar, kısa süre önce bunaltıdan bunaltıya koşarlarken bir anda kırk yıllık çifte dönerler. Gerçeküstü diyeceğim neredeyse, o kadar gudik.

Enfes bir alıntıyla bitirmek isterim, yetti. “Gece yavaş yavaş yürüyordu üstümüze. Gece, bu sokaklarda, kırk haramilerce yağmalanmış bir yalnızlık şehridir. Denizin dibinde üç yüz yıllık bir gemi kalıntısı ya da çoktan ölmüş ama bir türlü çürüyememiş bir katır.” (s. 75) Ne diyon abi ya.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!