Birkaç tekniği kullanıyor Schweblin, ilki dürtüsel davranan karakterlerin yol açtığı gerginlik. “Irman”da bu teknik var, bir de başka bir teknik olarak tekinsizlik, unheimlich uygulamaları, sadece bu öyküde değil, hemen her öyküde. Mekânın nitelikleri karakterlerden önce geliyor ki ortaya çıkacak garipliklerin ayakları huzursuz edici zemine bassın. Mesela Oliver ve anlatıcı eşi yoldalar, kadın bir şeyler içmek istiyor, o kadar çok istiyor ki bir süre sonra susuzluktan ölecekmiş gibi hissediyor ve içeceğe ulaşamıyor bir türlü, hikâyede karşımıza çıkan tedirgin edici olaylardan sadece biri. Neyse, taşrada bir bar, giriyorlar, ortalığın yemek artıkları ve şişelerle dolu olduğunu görüyorlar, barın üstündeki vantilatörün esintisi anlatıcıya ulaşmıyor, üstelik mutfağın plastik perdesinin arkasından çıkıp gelen adamın boyu anormal ölçüde kısa. Tuhaflık inşa edildi, karakterlerinkine gelebiliriz. Kısa adam bizimkileri sallamaz önce, tansiyon iyice yükselir, sonra adam buzdolabına ulaşamadığını, eşinin bu işle ilgilendiğini söyler. Kadın ilgilenecek gibi değildir o sıra, mutfakta boylu boyunca yatmıştır. Üçü mutfağa geçip ölünün başında bir süre durduktan sonra Oliver buzdolabından iki şişe gazoz çıkarır, birini anlatıcıya verir, anlatıcı içer içmez rahatlar ve anında keyiflenip kadına ne olduğuna dair tahmin yürütmesini ister eşinden. Birkaç garip olay daha, sonra kısa adam Oliver’a iş teklifinde bulunur, sağlam para ödeyecektir ama Oliver adama zorbalık yapmaya başlar, soyguna kalkıştığı sırada kısanın tüfeğinin namlusuyla burun buruna gelir. Hengâmede adamın sakladığı kutuyu bulmuş, mekândan çıkarken gizlemeyi başarmıştır, yola çıktıklarında kutuya bakarlar ve adamın eşine yazdığı mektuplarla, pek çok fotoğrafla karşılaşırlar. Para yoktur, kutu olduğu gibi yola atılır. Anlatıcı göstermelik biçimde bir iki kez karşı çıkacak olursa da susuzluğunu dindirmiştir, pek de umursamaz hiçbir şeyi. Bir yanda eşi olmadan hiçbir iş göremeyen kısa adam, diğer yanda eşinin sessizliğinden aldığı güçle hergeleye dönen Oliver.
“Çaresiz Kadınlar”ı okurken aklıma ister istemez Rebecca Solnit geldi, Solnit’in çevrilen son kitabı üç gün önce elime geçtiğine göre neden okumamalıydım, okudum ve söylediklerini bu öyküyle birlikte düşündüm. Solnit kadınların “ortadan kaldırılmasının” erkekler için bir nevi erginlik ayinine dönüştüğünü imler, erkin kadınların bedenlerinin üzerinde yükseldiğini söyler. Muktedir kendi gibilerin yanında yer alırken o yancılığını baskı kurup yok ettiği kadının üzerinden meşru kılar diğerlerinin gözünde, güruhun içinde suçuyla birlikte kaybolur. Bu öyküde ne olur peki, Felicidad yol kenarındaki tuvaletten çıkar çıkmaz adamın çoktan basıp gittiğini görür, üzerindeki gelinliğin eteğinden pirinç tanelerini ayıklar. Bırakılmış biridir, dönmeyeceklerini söyleyen Nené’yle karşılaşır. Beklemekten tükenenlerin çekip gittiklerini söyler, hayal kırıklığıyla boğuşan Felicidad’ın acısını paylaşmaz, kabalığıyla kadını bir an önce sağaltmak istediği için belki. “Kardeşçe bir desteğe en çok ihtiyaç duyduğu anda, çiçeği burnunda kocası tarafından yol kenarındaki bir kadınlar tuvaletinde terk edilince hissettiklerini sadece başka bir kadın anlayabilecekken, karşısında giderek sesini yükselten bu küstah kadın var yalnızca.” (s. 23) O kadının aslında kendisine yardımcı olan tek kadın olduğunu anlaması Felicidad için acı verici bir dönüşümdür ama gereklidir, zira hâlâ bekleyen kadınların zalimce davranışlarıyla Nené’nin kabalığı arasındaki fark kısa süre sonra ortaya çıkar. Sophie’nin Seçimi‘ndeki sahnede Sophie’nin yerine Nené’yi koyabiliriz: Nené kalbini gösterip içinde hiçbir şey kalmadığını, yine de yaşamaya devam ettiğini söyler, bir şeylere tutunmaya çalışırken hayatın duvarına toslayınca sertleşmek zorunda kalmıştır sadece. Neyse, başlangıçta sadece sesten ibaret olan kadınlar bir arabanın yanaşmasıyla ortaya çıkarlar, arabadaki gelin adamla evlenmeyi hiç istemediğini söyleyince Nené ve Felicidad arabaya atlarlar ve üç kadın uzaklaşırlar. Adam ve diğer kadınlar arkada kalırlar böylece, uzaklaşan üçlünün karşısına çıkan arabalardaki adamların kadınlar için geri döndüğü düşünülür önce, Nené aslında geride kalan adam için döndüklerini söyleyince aydınlanırız. Son gelen adamın eşini bırakıp bırakmayacağını bilemesek de ön kabuller malum, diğer araçların adam için döndüğünü düşünürsek adam bırakılmıştır geride. Kadın güruhunun Felicidad’a söyledikleri var, gelinlik provasındayken müstakbel eşiyle kırıştırdıklarını söylerler örneğin, psikolojik işkence uyguladıkları kadını kırmaya çalışırlar. “İçimizdeki İrlandalılar” semptomunun yanında kimlik değişiminden de bahsedebiliriz, arabayla basıp giden kadınlar geride kalbi kırık bir insanı bırakmak pahasına özgürlüklerini kazanırlar. Düşünülecek çok şey var bu öyküyle ilgili, sırf bu öykü için bu kitap alınır.
“Bozkırda” öyküsü anlatıdaki bir boşluğun etrafında gelişen gizemli bir öykü, üçüncü teknik diyelim. Pol ve eşi bozkırda yaşıyorlar, anlatıcılığı yine eş üstleniyor. Bunu da düşünmeli, her öyküde kadın anlatıcı yok, kadınların anlattığı hikâyelerde genellikle erkeklerin bir şekilde çatıştığını görüyoruz. Evet, bir şey arıyor bu insanlar, oraya taşınmalarının sebebi “gerçekte kim bilir nasıllar” denen bir canlı. Kendilerininkine rastlamayı umuyorlar, bu yüzden araçlarını dikkatli sürüyorlar falan, belli ki doğada bulunuyor bu mahluk. Pol bir gün o şeye sahip olan bir çiftle tanıştığını söylüyor eşine, akşama çiftin evine davetliler. Gidiyorlar, soracak bir dünya soruları var: “Onu nasıl yakaladılar, tipi nasıl, ismi nedir, iyi yiyor mu, doktora götürdüler mi, şehirdekiler kadar güzel mi…” (s. 37) Sırf şehirdekiler kadar güzel olup olmaması söyleminden yola çıkarak bu şeyin ne olduğuna dair saatlerce konuşulur, es geçip öykünün içeriğine odaklanıyorum. Yemekler yenir, muhabbet edilir, sonra Pol gizlice o şeyin odasına girer, ağır bir şeyin düştüğü duyulur, Pol haykırır, Arnol koşarak gelir ve Pol’la boğuşmaya başlar, bizimkiler hemen arabalarına atlayıp uzaklaşırlar. Yavaş giderler çünkü kendi şeylerine çarpma tehlikesi var. Budur öykü. Bilinmeyen hakkında bazı bilgiler ama tanımlayıcı, belirleyici bilgiler değil.
“Ağızdaki Kuşlar”da kuş yiyerek yaşayan bir kız var, tek bir anomali üzerine kurulmuş bu öykü, pek bir numarası yok. Aynı çaptaki öyküleri düşünüyorum mesela, Will Self’in şu an adını hatırlayamadığım bir öyküsü vardı, anlatıcı kana susadığı için kasaptan alınan tavuğun konduğu plastik zımbırtıdaki bir yudum kanı titreyerek, eşinden gizlenerek içiyordu falan, muazzamdı o. İki öykü arasındaki en büyük fark Schweblin durumun anormalliğini göze sokuyor, öyküyü tuhaflık üzerine kuruyor, Self’se olağanlığı anımsatmıyor bile, anımsatmasına gerek yok çünkü her şeyin olabilirliğini veya olamazlığını sezdiren tek bir sözcük, anlam, her neyse, ona ihtiyaç duymuyor anlatırken.
“Mesut Medeniyete Doğru”dan da bahsederek bitireyim. Bu öyküde bozuk parası olmadığı için bilet alamayan Gruner nam karakterin bir istasyonda kapana kısılmasını görüyoruz. Kapitalist dünyanın eleştirisine dair pek çok not çıkarmıştım ama tek birine, rıza üretimine değineceğim. Gruner bileti vermeyen istasyon görevlisinin ve eşinin davetini geri çevirmez, başlangıçta sundukları yemeği yemek istemese de zaman geçtikçe o şahane yemekleri lüpletmeye başlar ve dönüş fikrini unutur neredeyse. Başkaları da vardır üstelik, onlar da bir güzel yiyip içerler ve bir araya geldiklerinde nihayet dönmek istediklerini hatırlarlar. Sonrası dünya tarihinden klasik hikâyeler, istasyon görevlilerine başkaldırı, durması engellenen trenin durması ve yolcuların gözyaşlarıyla inip toprağı öpmeleri. Trenin hiç durmayacağından korkarlarmış, ne zamandır yolda oldukları meçhul. Onlar da başka türlü rıza göstermişlerdir, devrimci kardeşleri olmasa gezip durmaya devam edeceklerdi ama kurtuldular nihayet. Kafka’nın çıkışsız dünyası, Buzzati’nin çölü gibi bir öykü.
Okunmaya kesinlikle değer öyküler, Schweblin iyi bir yazar. Gereğinden fazla övüldü diyeceğim, bence daha başarılı örnekler veren Bowles, Kehlmann ve farklı bir türe dahil olsa da Ligotti gibi yazarlar öne çıkmalıydı, olmadı. Bu kitaptaki bazı öyküler gereğinden fazla uzun ve bazen detaylı, örneğin anormal bir durumla karşılaşmak üzere olduklarını bilen üç karakterin son derece normal bir şekilde yürümelerinin, tasvirlerinin lüzumu yok, milletin kafasını yere vurmaktan zevk alan karakterin müthiş bir ressam olmasından sonra da kafa patlattığına dair hikâyeye de lüzum yok. Can alıcı noktanın üzerine inşa edilen hikâye öyküden taşıyor açıkçası, kusursuz küreden fırlamak isteyip fırlayamayan, çıkıntı yapan bir başka küre. Bilemedim. Öykülerin film olarak tam karşılığı da Mother! bence, eyyorlamam bu kadar.
Cevap yaz