1990. “Oğlum Salâh Birsel” bir dergiye çalışma odalarını anlatıyor: İlk kitaplıkta aşk ve korsan kitapları var, on beş yaşına kadar bunlar. Aptullah Ziya Kozanoğlu, Reşat Nuri’den Çalıkuşu -Refik Halid bu metnin yazıldığı zamanı pek güzel anlatır, bir ara aynı dergide çalışırlarken Reşat Nuri yazdığı kısımları Refik Halid’e emanet edip daireye götürtürmüş bazı, acaba Refik Halid neyi götürdüğünü, eh, tahmin ediyordur- Peyami Safa, Güzide Sabri ve Orhan Seyfi Orhon. Birsel’i “kendine getiren ilk kitaplar” Sait Faik’le Sabahattin Ali’nin, lisedeyken. Necip Fazıl, Nâzım Hikmet geliyor, Cahit Sıtkı var. 1940’larda İstanbul’a göçünce ilk kitaplar tarih olmuş, sandığını doldurmaya başlamış Birsel. Fransızca romanlara geçmiş, Maurois’nın bir romanını hiç sevmediği halde sonuna kadar okumuş. “Ben elli yaşlarıma gelinceye kadar başladığım bir kitabı kötü de olsa, bitirmeden elimden bırakmazdım. Sonraları bu alıklığımdan vazgeçtim. Çünkü siz mıymırık bir kitabın üstünde oyalanırken, öte yanda sizi bekleyen binlerce şahyapıt vardı.” (s. 8) Bu Fransızca kitapları çevirdiği de olmuş Birsel’in, sandığa konmamıştır sanıyorum. 50’li yıllardan itibaren sinema kitapları ve üçer raftan oluşan üç etajer geliyor, sandıklar yine piyasada. 1960’ta Ankara, 1977’de yine İstanbul, yeni raflar. Günlükler, tarih kitapları derken yer kalmıyor, holden yatak odasının kapısına uzanan koridorun sol duvarı da raf. 1990’da üç odanın ikisi silme kitap. “Eskiden kitaplarımı ben gözler, onlara çoğalması için büyük bir özen gösterirdim. Şimdiler kitaplarım benim üzerime titriyor. Gözetleme işini de onlar aldı üstüne. Gün 24 saat gözlerini benden ayırmıyorlar. Beni rahatsız etmemek için de gıklarını çıkarmıyorlar. Ama ben de biliyorum ki onların efendisi artık ben değilim. Onlar benim efendim.” (s. 9) Tepeden tepeden bakınca öyle oluyor, insan o bakışa bir yüz karartamıyor, bir kaş çatamıyor da eğiyor boynunu, kafasında hemen hesap kitap yapmaya başlıyor ve riyaziyeden o an çakıyor: bunların toplamı şu kadar sayfa, ömürde şu kadar dakika, dakika bölü sayfa veya sayfa bölü dakika, okur ölü hayata. Öyle. Ne işe yaradık diye üzülüyorum bazen, sonra kimin ne işe yaradığını düşününce teselli buluyorum. Kimin herhangi bir işe yaraması, herhangi bir şey yaparak. Şaşırmıştım, Her Şeyin Sonu‘nda her şeyin sonunun er geç geleceğini söyleyen bilim insanları çöpü çıkarmaya devam edip gündelik sorunlara odaklanmak gerektiğini söylüyorlardı, onların vardığı noktaya anca o sonsuzluğu kıyısından kavrayarak mı varılabilir. Ertesi kayıt: yangınlar. İstanbul’un yangınları nice kütüphaneleri yok etmiş, sayımdöküm. Refik Halid göçebeliğimizin bu yangınlar yüzünden devam ettiğini düşünüyor yazılarında, bir insan doğduğu evde büyüyemiyorsa, bildiği duvarlar arasında yıllar geçiremiyorsa aidiyet duygusu nasıl gelişecek, söz gidişi yeni evlik hiçbir zaman akıldan çıkmadıkça anı da olmayacak veya olacak anı yeterince pişmeyeceği için silinecek usuldan, acı. Ertesi kayıt: Osman Şahin’in öykülerini över Birsel, gözlemlere “ölmezoğlu” der, sözcükler için bir şey demez ama benzer meşrepten kıvanç duymuştur. Kim, Hulki Aktunç bir de, “yanına destursuz varılamaz”. Bir Yer Göstericinin Hayatı ve şiirler, Birsel’in nakışına.
Bir adım geriye çekilip bakıyorum, iki husus var ki Birsel’in yavaş yavaş toparlandığını gösteriyor. Okullara ziyaretlerin bahsi artıyor Bay Sessizlik‘le birlikte, bu taraftaki okulların öğrencileriyle anılarını anlatmaktan keyif alıyor Birsel, imza dağıtırken sorulan sorulara verdiği cevapları da söylüyor az. Biri şiir yazmak istiyormuş da hiç okumuyormuş, okusunmuş. Şiirden nefret eden bir öğrenci henüz nefret etmesinmiş, altmışında belki. Salihli Şiir Günleri başta olmak üzere anılarına sarılmasını da saymalı. Başka, günleri denemeciklerle doldurmaya başlamış Birsel, uzun uzun yazamadığından gerek ne toparladıysa günlere dağıtıyor. Yeni yazdığı bir iki denemeden bahsetse de şu günlüğe “daha deneme” yığmış olabilir, denemenin neliğiyse kesin. Mesela oynattığı kalem durduktan sonra aklına gelenleri sokmuyor çünkü deneme “kapılarını kapatıyor”, almıyor fazlasını. Ertesi kayıt: Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ustalığı, yayıncılarıyla münasebetleri. Son yılları hep Heybeli’de geçmiş, son yirmi beş yılda geceleri sokağa çıkmamış. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynanan bir oyununu görmek için çıkması istisna, ilk gece tiyatroda görünmüş de Beşiktaş’ta eski aile dostu yaşlı bir bayana misafir olmuş. İlk evi Bahriye Hamamı Sokağı’ndaki telefon santralinin karşısındaymış, şimdi ekranda sokağı geziyorum da telefon santrali neresidir, hangi ev Hüseyin Rahmi’nindir, muamma. Yazı yazarken tam bir sessizlik istediği için oradan taşınmış yazar, Burgaz’a bakan tepede bir yere köşkünü kondurmuş. Yerini kendi seçmiş, çepeçevre balkonlarla kuşatmış ve parası yazılardan gelmiş. Yazarak köşk yaptırmak. Refik Halid bir köşkçük olsun almak gerektiğini söyler, edebiyat dünyasının bir parçası olmak için müze küze bir şey bırakmalı. Birsel denk gelmiş bir gün, 1941 veya 1942, tepelerden aşağı inerken bir adam yaklaşmış, bir bakış bakmadan geçip gitmiş. Evine gidiyordur, masasına oturup bir şeyler yazmak istiyordur, bakacak bir şey yoktur yani. Refik Ahmet Sevengil kitabını yazmış, Gürpınar teşekkür etmiş ve öldükten sonra çıkmasını istemiş kitabın, reklam diye yazdırdığını söyleyeceklerden çekinmiş.
Halid Ziya gençliğinde müziğe düşkünmüş, piyano çalarmış ama ustalığa varamamış bir türlü, çalışını dinleyen iyi bir hoca bırakmasını söyleyince bırakmış. Yirmi beş yıl sonra okurlarına piyano çaldığı bir geceden bahsediyor Birsel, yazar dostlarına müzik sevgisini Halid Ziya aşılamış. Ertesi kayıtlar: Metin Eloğlu şiirimizin zirvelerinden biridir, Ataç dahi sever Eloğlu da Refik Halid niye sevmez, çünkü o şiiri bir ulu sözün taşıyıcısı olarak bilmiştir, öyle sürgitmelidir, Eloğlu veya Orhan Veli nedir öyle. Sakalsızlık ve sakalın insana getirdiği, Birsel bir sabah aynaya bakar ve suratının yıkımını gördüğünde tekrar sakal bırakması gerektiğini düşünür, tabii buradan sakala ve sakal sahibi sanatçılara yol gidecektir. Şinasi’nin başına iş gelmiştir kestiği sakal yüzünden, işinden olmuştur. Birsel anlatmaz da Emre Kongar’ın 1980’de istifa etmesinin görünürü de budur, Kongar sakallarını kesmek istemediği için istifa eder. Tekrar tekrar okunan kitaplar bahsinde Halid Ziya’nın okuduğu şiirler var, Tevfik Fikret’in ustalığını teslim. Ataç da okumuştur pek çok kitabı, tekrar tekrar okuduklarının arasında Pirandello’nun öyküleri vardır, Flaubert’in romanları yoktur çünkü burun kıvırır Ataç, Tolstoy okur, en önemlisi de iyi okunmuş yüz, yüz elli kitabın yeteceğini söyler. Çok okumak kafa karıştırır, şaşırtır, kafayı çorba eder. Ha, elli yedi yaşında bin küsur kitap okumamış olmasına da hayıflanır. Yani bunun bir ayarı, bir tarifi, bir formülü yoktur, çok veya az okumak iyi ve kötüdür, ne açıdan öyle veya böyle olduğu okura göre değişir. Mithat Cemal canavar gibi okurmuş mesela, Yusuf Ziya Ortaç’a göre zengin ve zarif kitaplıkta okunmamış tek kitap, kenarına köşesine not alınmamış tek bir sayfa yokmuş. Birileri Birsel’i övmüş, övgüler gazetelerde çıkmış, dergilerde de çıkmış olabilir, hasılı güzel şeyler duymak paylaşma ihtiyacı doğuruyor Birsel’de.
Son: “Bir sanatçı sanatını yürütebilmek için fil tufanı denilen tufanlara girip çıkmalı, gecesini, gündüzünü forsalar gibi zincirleyip küreklere yerleştirmelidir. Yani oturmalı, kalkmalı sanatından başka bir şeyle ilgilenmemelidir.” (s. 97)
Cevap yaz