Bu kitap Günlük‘le Kuşları Örtünmek‘i bir araya getiriyor, ikincisini önceden okuduğum için “Hacivat Yılları” başlığında toplanan, Birsel’in 1949-1956 arasında tuttuğu günlükleri okudum. Arka kapakta “ilk kez yayımlanan” 1958 günlüğüne de yer verildiği söyleniyor ama iyice baktım, o yılın günlüğü yok? Tuhaf. Sonuçta günlük neydi, daha doğrusu kuş örtülü olan, Birsel’in edebiyattan biraz da kendi yaşamına döneceğini söylediği bir gereçti, Birsel’in düşünce devşirme, toplama dahi kışkırma yeriydi, gerçi öyleydi öylemesine de Birsel yine edebiyata yaslıyordu kafayı, gündelik işlerini de şöyle bir serpiyordu. İşte, sabah iki tost yemiş, bir de kola içmiş, keyfine diyecek yokmuş, ülseri külseri azmasın diye yediğine dikkat etmeliymiş, gerisi yazdığı, düşündüğü şeyler. Hacivat yıllarındaki günlüklerini edebiyatla doldurmaktan şikayetçi miydi, yani, belki biraz da kendi yaşamına eğilmek istemişti. Ama. Çok sıkıcı yahu, edebiyatla az biraz uğraşan çoğu insanın hayatı rutinden ibaret. Okuyup yazmaya adanmış bir ömrün darası da darısı da çivi çakmakla, kola içmekle, yürüyüşe çıkmakla falan ilginçleşir, yoksa hangi kitapları aldığını, okuduğunu yazmaktan daha ilginç bir şey olur mu. Oldurmaya çalışmış da yenilmiş Birsel, iyi ki illa da yengi peşinde koşayım dememiş, demişse de eli varmamış, vardığı kadarını yine kitaplara bulamış. O öyle, ilk yılların ekmeğine bakalım, bir kere Birsel eleştirilere daha çok yer vermiş ama cesur olduğunu söylemek, eh, polemiğe girmemek için ortaya savurduğu düşüncelerinin muhatabını belirlemediği için “bir kitap okudum, öykü bu değil” düzeyinde kalıyor söyledikleri. Bir iki kez laf dalaşına giriyor gerçi, “Bay Ataç”la takışması şiirde güzellik bahsinden: Birsel dergilerdeki doldurma yazılardan, şiirlerden birkaç kez yakınıyor, nitelikli esere rastlamanın son derece zorlaştığını söylüyor, Ataç da niteliğin, güzelliğin göreceli olduğunu, öyle za zü etmemek gerektiğini söylemiş ki Birsel de güzelliğin göreceliliğinin kendi yargılarını da bağladığını, Ataç’ın ayrım yapmaması gerektiğini belirtiyor. “Dünya gazetesindeki bay” kim bilmiyoruz, kimin kim olduğunu dergileri didikleyenler bulsa da yazsa keşke, Birsel’in günlük yazarlığını bir çalkalamış, dökmeye çalışmış ama Birsel sıkı sıkı tutuyor uğraşını, savunuyor, had bildiriyor açıkça. “Bay Memet Fuat” da Birsel’in iğnedenliği bir ara, Fuat’a göre duygularına kapılmayan, geniş görüşlü eleştirmenler iyiymiş, iyiymiş de öyleyse niye “vay vay vay” dermiş, Ataç’a öfkeyle çıkışırmış, neredeymiş eleştirmenin duygularına kapılmayanı. Yoksa Fuat da bu geniş görüşlülüğü salt karşısındakiler için mi istemektedir, neydir, Birsel’den inciler. Mavi‘dekilere de lafı var, zaten Attilâ İlhan’ı ayrı bir günün yazısında da yeriyor. Derginin yazarlarının inkarı bir yadsımaymış, kafa dikiymiş, yeni kalıplara yol açmayan yadsıma körmüş, bir de şu: “1940’ta koparılan temizleme, eskiyi yadsıma yaygarasının ise imrenilecek hiçbir yönü yoktur.” (s. 87) Birsel’le Edip Cansever bir dönem birlikte yazmışlardır adeta, sonra Metin Eloğlu der, Turgut Uyar, İlhan Demirarslan der Birsel, söz o zamanın şairi İlhan’a gelince geriler, İlhan Berk’in çene kavaflığından sıyrılarak iyi şiirler yazmaya başladığını, İlhan’ınsa o eski, kötü yola girip şiir karaladığını söyler. “Faruk Nafiz duygululuğu” tekrar piyasada, öyleyse Orhan Seyfi’nin, Yusuf Ziya’nın suçu merak konusu. Başka bir mesele de küfrün edebiyata bodoslamadan girmesi. Tek bir somut örnek var, Muzaffer Erdost’un tulumbacı ağzına yer verdiği “Tektel” öyküsü bu yeni modadan nasibini almış, zort diliyle bezenmiş, üstelik bu zortluğun propagandasına da girişilmiş: Yeditepe‘nin Haziran sayısında bir yazar överken de severken de sövüşen bir millet olduğumuz için normalmiş onca küfür kafir, Birsel buna çok kızıyor. Elimizde somut bir şey olmadığı için ölçüp biçemiyoruz, öyküyü bulamadım, sövgüyü öveni de bulamadım, hasılı Birsel’in tam olarak neyden bahsettiğini anlamak için araştırmak, kütüphaneye gitmek gerek. Bir ehil çıksa da Birsel’in günlüklerinde değindiği, o zamanın tartışılan meselelerini araştırsa, bulduğu kaynakları kitap haline getirse. Destan meselesini anlamadım mesela, Birsel destanları öyle böyle yermez, öğretici ve lirik şiiri sevmediğini belirtse de destanlarla kafayı bozduğunu söyleyebiliriz ama neden bozduğunu söyleyemeyiz. Süssüz püssüz şiirden hoşlanmasını düşününce bir yere varabiliriz belki, Birsel epik coşkudan hazzetmez muhtemelen. Çok da yürütmemeli aklı, cevap için Birsel’in başka metinlerine bakmalı.
İlkeler‘de şiirin neliğini incelemiş Birsel, yazdığı ilk metin yanlış bilmiyorsam. Defalarca anıyor, daha çok okunmasını istiyor, mazrufa değil de zarfa bakanlara ve eleştiriyi dedikoduyla karıştıranlara ne zaman sinirlense mevzu dönüp dolaşıp metnine geliyor ve teselliyi buluyor hemen: “Bu böyle: kitabının herkeslerce tutulmasını, övülmesini isteyen bir sanatçı eserine herkeslerin duygusunu, herkeslerin düşüncesini doldurmalı. Öteki türlü, ağzınızla kuş tutsanız da, sersemin, anlayışsızın biri diye gösterilmekten, kurtaramazsınız kendinizi.” (s. 36) Bencillikle, kendini beğenmişlikse suçlandığı olmuştur Birsel’in, doğrular, kim nasıl saldırırsa aynı biçimde karşılık verdiğini, bu yüzden kötülendiğini söyler. Dik başlı görünüşünün sebebi hak bellediği ilkelere sıkı sıkıya bağlı olmasındandır, laf söyleyen kalemini de sivriltmelidir. Yeditepe‘deki destan karşıtı yazısının çok okunmasını ister Birsel, şiirlerinin okunmasını ister, okunmadığında sanatın yığınlara açıl(a)mamasından şikayet eder. Eğitime ayırdığı günlerde edebiyat yokluğunu eğitimin yokluğuna bağlar. Okullar edebiyat öğretmeli, öğrenciler sanatla içli dışlı olmalıdır, yoksa Maraş’taki gibi olur işte, Birsel oralara memur olarak gittiği zaman ortalıkta dinî ve popüler kitaplardan başka kitap bulamaz, köpürür. Oralı aydınlar da şikayetçidir bu durumdan, okunacak doğru düzgün kitap bulunmadığı için postaya mahkumdurlar, gelecek dergilere ve kitaplara.
Ne dert başka, sanat eserinde neyin anlatıldığı kadar neyin nasıl anlatıldığına kafa patlatan yok, sanata çelmek takmak isteyenler birleşiyor da sanat için çırpındıklarını söyleyenler birleşemiyor, ayrıca çok eleştiri olmasına rağmen hiç eleştirmen olmadığı için aydınların, yazarların, artık ortalıkta kim varsa herkes el atmalı ve eleştiriyi bir köşesinden tutmalı, edebî vazife.
Yazı işi bir eğitim, antrenman işi, büyük sanatçılar tekrar tekrar yazarlar, yırtıp atıp tekrar yazarlar, ne çıkacağını düşünmeden yazarlar. Ferhan Şensoy’un Haldun Taner’i anlattığı bir söyleşisi vardı, Taner her gün otururmuş da uçan kuşu, devrilen dalgayı yazarmış, Birsel’e göre bunu Flaubert de yapıyormuş. Pencerenin önüne otur, gördüklerini yaz, Balzac da aynı tarifeden. İki bin sözcük, her gün. Tasarruf tarafından olursa daha iyi, konu sadeliğe gelip gelip duruyor, Birsel’e göre Hâmid gücünün nereye uzandığını kestirip bazı eserlerini yazmasaymış daha değişik bir üne kavuşabilirmiş. Büyük büyük, çoğulu kucaklamaya çalışan metinler cortlarmış, küçük konulara yönelmek daha iyiymiş ana buna yanaşmazmış bizim şairler, onlar şöyle yayıla yayılaymış. Destanla ilgilidir sanıyorum bu. “Onlar kilometrelerce uzun ama kötü bir şiir yazmayı, minnacık ama iyi bir şiir yazmaktan yeğ tutuyorlar.” (s. 39) Kimseyi de kötülemek istemez Birsel, mesela Cumalı’nın bir şiirinden yola çıkıp kuyumcu titizliğiyle çalışan şairleri beğendiğini söyler, Cumalı’nın her şiirinde aynı hassasiyet yoktur ona göre. İlk kuyumcumuz Haşim’dir, sonra Cahit Sıtkı ve Ahmet Muhip, Orhan Veli, gidiyor öyle.
Birsel’in hazinelerinden biri daha işte, bu günlüğü yazarken başka bir şey de yazıyor aynı anda, belki iki şey, üç, sonra başka şeyler kurup bozuyor kafasında, gidip kitaplarını alıyor, okuduklarını bilmem ne yapıyor. Ömür.
Cevap yaz