Sait Faik Abasıyanık – Mahalle Kahvesi

Yapraklarını dökmüş iki söğüt ağacının arasına kurulmuş kahve, Havada Bulut‘ta üç söğüt ağacının arasına kurulmuş kahve, kaç öyküde kaç Aleko, acaba insanın -öykünün?- yıllara yayılan gelişimi mi bu, eskiden iki söğüt vardı da üçüncüsü o kadar ermemiş miydi göğe, Aleko çocukken yalınayak koşan bir veletti de büyüdüğünde bıçkına mı döndü, Sait Faik’in öykülerindeki karakterlerin, mekânların seyrini tutan araştırmalar yapılmışsa elden gelinir. “Mahalle Kahvesi”nde anlatıcı kar kış ortası o sapa yerdeki kahveye gider, oturur, hemen sevdalanır çünkü neden sevdalanmasın, çayın sıcağına hemen tutulur çünkü aksi niye, zaten bu anlatıcının hemen bir şeylere kapılıp sürüklenmemesi mümkün değildir. Kahveci manzarayı bozmak istemediğini söyler, ne ki moruklar söylenir, basıp giderler. Sekiz kişi ya var ya yok içeride, anlatıcı bir süre onlara dalar, lapa lapa yağan karla hipnotize olur adeta. Gazete, var, eline tutuşturulur, saat kahveciye dönüktür, yüzünü gösterince on buçuğa vurur, bire kadar açık mekânda bir çay daha ister anlatıcı. Sessizliği niceden sonra fark eder, gelip köşeye oturan genç adamın etrafında yaşam yoktur sanki, ürkerek bakar etrafına, diğerleri umursamazlar. Şeytan mı geçti, kız mı doğdu, bir şey oldu veya olacak, kapı ikinciye açılınca içeri giren adam ihtiyarlara yürüyor, sabaha çıkamayacak ama aklı yerindeymiş, onları çağırıyormuş. Gizem adım adım kuruluyor, genç adam kalkıp babasını görmek için eve gideceğini söylüyor ama kahveci durduruyor, adamın teyzesinin oğlu kapıda, gebertecek. Adam düşünüyor, basıp gidiyor. Anlatıcı kafayı yedi yiyecek, ne işler döndüğünü soruyor nihayet. Öğreniyor, bir soru daha soruyor, kimseden cevap yok. Giremiyor bazen akıllarına, aralarına, her zamanki huyudur oysa. Gerçeklik taş kesiliyor bazen, hayale boşluk bırakmıyor.

Oyuncak var: plajdaki aynayı kıran adam deli demişler, evvelden aynacı olduğunu söylemişler, aynalardan neden nefret ettiğini üfürmüşler hemen, türlü tevatür de anlatıcı hemen merkezi değiştiriyor yine, çat, meğer aynayı o kırmış. Sebebi yok. Çirkin gösteriyormuş ayna, çirkinlik mi yapmış yoksa hep mi çirkinmiş, hikâyenin konusu. “Yoksa aynada insanların çirkin taraflarını mı görmeye başladın da… Hani nasıl yazılar aynada ters çıkarsa insanların da tersleri mi gözüküyordu sana, derseniz ben de size felsefeden hiç hoşlanmadığımı, hele böyle dâhiyanesinden iğrendiğimi arz ederim.” (s. 14) Gününü yazacak, oradan bileceğiz, upuzun diyalogdan çıkan aslında anlatıcının vicdanının sesidir. Zeytin ağaçlarının altında Ahmet’le muhabbet, iki mavi göz karşı karşıya, çocuk anlatıcıdan daha hayalci. Babasının İstiklal Muharebesi’nde öldüğünü söylüyor, meğer öğretilmiş, süslüyor, yerdeki zeytinleri yerse başına bir şey gelir, anlatıcı zeytin alması için para verse alır, belki okuldan atılma hikâyesi gerçektir ama emin de olunamaz şimdi. Annesi geliyor Ahmet’in, yokluktan kurtulmak için kuytuya aldığı adamlardan bahseden oğlunu şamarlıyor, o sıra anlatıcıyla göz göze geliyorlar. Bir önceki yazıda dedim, “büyülenme”, hikâyenin istikameti değişir, karakter kendi çizgisinin dışına çıkar, oradan da kıracağı aynanın önüne. Sait Faik bu nevden oynar, biçimler. Anlatıcının plastisitesi, hikâyenin bükülümü, nelerin neleri. Öyle değilmiş bu arada, aynayı kendinden, insanlıktan tiksindiği için kırmamış, kırabildiği için kırmış sade. Hikâyeye tutunup gideceğiz, gerçeği arayarak değil. Kurmacada gerçeği aramak nesi.

“Uyuz Hastalığı Arkasından Hayal” yine bedenlere hayat biçme egzersizi, Sait Faik’in en tipik öykülerinden. Uyuzluya bir sinemanın kapısında rastlar anlatıcı, anlatılacak kişi hazır, etrafta kalabalık hazır, insanlık hazır. Para verse bir şey, sohbet etse başka bir şey, tramvaydan inenler şöyle öteden geçerler, cüzamlıların iyi huylu oldukları safsata mıdır değil midir, Sirkeci’nin orasında burasında dolanan perişan durumdaki çocuklar daha ne kadar dolanacaklardır, Yaşar Kemal gelip röportaj yapasıya mı, uyuz merhemini süren anne bütün vazifesini yerine getirmiş midir, anlatıcı bir soruya on cevapla kurar. “Hallaç”ta ne, “üstünden başından, bıyığından saçından hâlâ bir Enver Paşalık akıyordu” tarifiyle tezahür eden adam anlatıcının radarına giriyor, ilgisini çeken birilerini ararken yine İttihatçılara gidiyor anlatıcı, iki üç öyküde o dönemlerin inceden bir eleştirisi var. Eleştiri mi, aşırı yorum tehlikesi, yine de öykünün bağlamından, anlatıcının gitmek isteyip de gidemediği yerden bir hoşnutsuzluk seziliyor. Öykünün meselesi hallaçtır, vapurdaki kısa boylu adam, üstünde Karamürsel kumaşı bir potur, ceketi sırtında. İhtiyar karısının çektiği suyla yüzünü yıkıyor hallaç baba, gidip iş yapıyor, iki çocuğunu büyütüyor. Yaşlıca, yere düştüğünde öleceğini bilmiyorsa anlatıcının koşup çağırdığı doktor, müneccim herhalde, bildiğinden ağır hareket ediyor da adamı görünce hızlanıyor biraz. Geçtir. Ölümü gören anlatıcı başka bir öyküye yığacaktır bunu, insanların ölümle nasıl baş ettiğini, kendisinin ölümle ancak neşeyle baş ettiğini, hemen her şeyle baş edilebileceğini. “Dört Zait” bu öykülerin arasından fışkırıyor resmen, yazarın yazma serüvenini incik cincik ettiğinden. “Yolda bir cıgara yakmak canınız istese, kibritiniz de olmasa, gidip de kimden yakarsınız? Bir yol sormanız lazım gelse, kime sorarsınız? Bir kalabalığın toplandığı yerde, ne oldu acaba, diye kime dersiniz? Ben öyle adamlardan biriyim. Daha çok kendisinden cıgara yakılabilen, yol sorulabilenlerden olduğum için hayatımdan memnun olduğum da olur, olmadığım da.” (s. 26) Halktandır ama değildir, kime anlatacak neden milletin illa bir şey istemek için kendisine geldiğini, psikolojiden ve fizyonomiden anlamayanların hiç düşünmeden ilişki kurmasının insanlık kadar eski olduğunu falan, elbet okuruna sokalayacaktır. Okuru halktan değil midir, en azından okumakta, psikolojiyi asgari ölçüde bilmektedir. Okurunu da sever Sait Faik, okuruna anlatır, insanlarını anlatır ama okuru olmasa üç beş dostuna yazdığını söylediği öykülerinin peşini bırakırdı muhtemelen. İki yanda bir Sait Faik. Ha, anlatıcı muharrirliğinden yakınındakilere bahsettiğini söyler de kimdir onlar, balıkçılar mı, külhanbeyleri mi, kim bir hikâyenin parçası olmak isterse o mu? Neyi yazacağız, neyi yazmayacağız, müsaade isteyecek miyiz, kaçakçılık mı yapacağız, ne bela. “Sevgilim! Hikâyeye girmeden evvel uzun uzun gevezelikler yapmamalıyız. Ama ne yapayım? Kibritim olmadığı zaman cıgarasından cıgara yakılmaya müsait adamı nasıl aramam. Cıgara içmekten vazgeçilebilir mi? Hikâye yazmaktan da, körolası, vazgeçemiyoruz. İşte bir müddettir ben de, elimde cıgara, adam arıyor gibiyim. Ne kadar üstü başı düzgünler, suratı ciddiler, hali azametliler içinde kalmışım ki bir türlü hikâyeme yanaşamıyorum.” (s. 28) Yanaşır nihayet, vapurda kısa bir sohbet. Adamın biri işe girecektir, sağlık raporu almıştır, dört artı var raporda. Dört zayi. Aslında frengi demek ama bilmiyor adam, iyiye yoruyor. Anlatıcının yüzü düşüyor, gerçeği nasıl söyleyeceğini bilemediği için sararıyor, sonra ağıyor yüzü, adam şüpheye kapıldıktan sonra korkmaya başlıyor, kesin bir şey var. Sohbetin bittiği andır. Neden gelip anlatıcıyla konuştu sanki, neden ona gösterdi raporu, neden sorular sordu, anlatıcı buradan yola çıkarak bütün o psikoloji, fizyoloji, bilmem neyojiden dem vurdu, sonra indi vapurdan, bastı gitti başka öykülere.

Alıntıyla bitireyim, öykülerdeki incilerden biriyle. “Kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. Hayır, şimdi insanları kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum.” (s. 40)

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!