Gerçeküstücülüğün fişekleyicisi olarak görülüyor, bugünden bakınca öyle büyük bir kırılma yaratacak niteliğe sahip olduğunu söylemek zorsa da dönemi düşününce makul. Toplumcu gerçekçilik tam gaz, Sait Faik biraz mesafeli duruyor o cenaha, hani Semaver‘den sonra öykücülüğünün istikametini düşününce somut bir veri de çıkıyor ortaya, dolayısıyla yöneliminin gerçeküstücülüğe kayması anlaşılır ama bilinçli bir yönelim olduğu da tartışılır. Önceki kitaplarında yer alan öykülerde de ögeleri bulabiliriz, bir balığın yaşamının hikâyesinden çıkar, yıldızların denize vurmasından çıkar, zihninin ulaşabildiği yere kadar gider Sait Faik, sistemik bir hikâyeciliği yoktur, yapısını değil de akışını düşünür hikâyenin, dolayısıyla ardıllarının değerlendirebileceği nüveleri öykülerine gelişigüzel yerleştirmiştir. Yoksa anlatıcının cebine adam girmiş, yok bulutlar kuşlar konuşmaya başlamışlar, zaten beklenen hareketler bunlar Sait Faik’ten. Ki anlatıcı da küfelik olmuş bir sarhoş, en azından küfelik halinin hikâyesini anlatan biri, dolayısıyla Sait Faik yine bildiğimiz Sait Faik, sadece biraz daha uçarı. Panco’yu üç beş öyküde gösterdi, öyküler arasında köprüler kurdu, Panco’nun var olup olmadığı meçhul olabilir, tamam, sonlara doğru daha sisli bir öykü var, anlatıcının anlattıkları, muhatapları falan tamamen arada, bu da tamam, bütün dünyanın yuvarlandığı bir öte gerçeklik yok da öznenin dünyayı görme biçimi var sadece. İkisini ayırt etmek zordur, Sait Faik’in öykülerinde kolaydır, anlatıcı sürekli deşer bu durumu çünkü, muhayyilenin vazifesi kendini afişe ederek böylece tamamlanır. Sait Faik’in “Atatürk-İnkılâp Müzesinde” diye hoş bir yazısı var, orada gerçekle hayalin ayrımına dair bilincin işlevini imlediği kısacık bir paragrafta özetlediği: katı dünyayı insan faktörü yumuşatır, hayal gücü.
“Öyle Bir Hikâye” ilk öykü, kentte savrulmaca, flanörlük, yağmur vakti. Sinemadan çıkar anlatıcı, taksiye atlar, yürüse Bomonti’deki evi yüz adım ötede ama gece yarısından epey sonrası, Panco uyuyor, rüyasında neler görüyor bilinmez, anlatıcının anası İstanbul adalarından birinde hasta yatıyor. Horluyor, Panco uyuyor ama rüya görmüyor, “demincek attım” diyor anlatıcı, Arap uyanmış da sokağı dinliyor. Köpek. Bir iki insan geçiyor piyasadan veya anlatıcının aklından, Atikali’nin ara sokaklarından biri, bekçi düdükleri, evlerden birinden fırlayan adam dostunu öldürdüğünü söylüyor, anlatıcı saklasa? Paltonun cebi müsait, sabahki simidin susamları kalmış bir de, muhabbet arasında mis gibi koktuğunu söylüyor katil. Sait Faik’ten iyi bildiğimiz ustalık, nişana dönmek. Hikâyesini anlatan katil bir süre sonra basıp gidiyor, cep ağır, anlatıcı taşıyamayacak her şeyi, cep de cep değilmiş ha. “Bir oh çektim. Rahatlamıştım. Keyiflenmiştim. Panco’ya domuzuna bir hikâye anlatacaktım: Hidayet Pakize’nin ta kalbine bir vuruşta kocaman bir çivi saplamıştı. Başka çaresi yoktu. Susam helvaları yiyen çocuklar, kadınlar Hidayet’ten bu hikâyeyi beklemezlerdi. Susam helvası karın doyurmazdı. Pakize susam helvacıya da varamam a, demişti. Seviyormuş… Sevgi karın doyurur mu?” (s. 11) Üçüncüye demeli, toplumcuların eleştirilerini böyle böyle boşa çıkarır Sait Faik, illa borazan öttürmesi gerekmez ki. Panco’ya anlatacak hikâye bulması lazım, muhatabı ara sıra o, belki rüyasına girmiştir de anlatıyordur, dünyayı seyretmesi için ne gerekiyorsa. “Panco hep kabahat sende. Sen ettin bu işi bana. Gece yarısı senin hesabına dolaşıyorum. Sen ettin bu işi.” (s. 14) Onun rüyasında bir karakter belki, rüyalarda her şey nasılsa öyle, anlatıcı da o dünyaya uyarak anlatıyor, kırık bir küpün içinde, Panco’nun penceresinin altında, cebine giren adamı da, Fatih parkında yatanı da, Yahudi karısının arabacı zamparasını da. “Yalnızlığın Yarattığı İnsan” bu düş atmosferini bir aşama ileri taşıyor, neredeyse sırf diyalogla gerçeklik oyunu. Mu, bu kez de kırk derece ateş var, sayıklama biraz, kamusal alanı bir sahne olarak görmece, daha çökmemiş kamusal insan, Panco’ya haykırıyor içinden anlatıcı, yine ona biriktirdiği hikâyeler, ateşlenince büyüyen elleri, annenin kaygısı, neler. “Mutlaka bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne.” (s. 21) Muhteşem bir öykü ya, alıntının son iki cümlesine kalbimi bıraktım. Sinema yine, sıklıkla sinema, Faik’in oğlunun sinema tayfasını anılardan biliyoruz ama sinemanın gerçekliğe sızdığını bir buradan biliyoruz herhalde, onlar bahsetmiyorlar böyle bir geçişkenlikten. Ha, bu öyküdeki tırnak yeme olayı, öyküde görünüp kaybolan tipler, karakterler “Alemdağı’nda Var Bir Yılan”da karşımıza çıkacak. Mesela birinin, “Panco!” diye bağırdığını göreceğiz, anlatıcı şehri kötüleyecek, anlatıcı şehri şiddetle kötüleyecek, çamurlu ve molozlu sokaklarını, yağmurunu, balgamlı köprüsünü, gaddar esnafını. Yağmurdan mı? Yalnızlığın dünyayı doldurduğu, her şeyin bir insanı sevmekle başladığını falan bu öyküde göreceğiz, tabii bir insanı sevmekle biten her şeyi de. Sait Faik’in öykülerini doldurduğu her şey. Yine de insan var, insan aranıyor, bulunuyor en olmadık yerde. Bulunamadı mı, geçmişe, yanan Münir Paşa Konağı’na dönülüyor, belki çocukluktan bir şeyler çıkar, havuzda bekleyen kirli yeşil suyun kırdığı görüntü dahil, bozuk paraların. Üç öykülük bu dünya, sonrasında klasik Sait Faik öyküleri başlıyor, keşke bir iki öykü daha kalabilseydik.
“Melâhat Heykeli” anlatıcının arkadaşlarından birinin Melâhat’la geçirdiği güzel zamanlardan sonra kendi sınıfından bir kadınla evleniyor, Melâhat barlarda şişmanca bir çocukla takılmaya başlıyor. Heykeli dikilesidir, adamı erkek yapmıştır çünkü, derdinden kurtarıp kendine güvenini getirmiştir. İnsan manzaraları sürüyor, “Yani Usta”da yirmi yaş küçük dostuyla vakit geçirmeyi seven anlatıcı neler yaptıklarını hikâye ediyor, sinemaya gittilerse çocuk gibiler, birahanede adamlık ne gerektiriyorsa onu yapıyorlar. Tek bir yamuğu oluyor Yani’nin, tiyatroyu merak etmiş de anlatıcı bilet verince sevinmiş, gitmeyip de anlatıcıyı dikmesi başka. Olur öyle şeyler, yine gülümseyiversin Yani Usta, bakışlarını kaçırmasın, tiyatro da neymiş dünyada dostluk varken, o da ölmemiş ya! Bunun da ardından Sait Faik’in en iyi üç öyküsünden biri geliyor, “İki Kişiye Bir Hikâye”. Topal martıyla Barba’nın dostlukları bir yana, Barba’yla anlatıcının dostluğu diğer yana, başka yan kaldı mı, denizle karanın farkı, akıl korkusu, sandaldaki yalnızlık, bir de yas. Siyah tül atmış boynuna Barba, anlatıcı işkillenmiş, Barba’nın söylediğinin aksine bir akrabası öldü diye değil de dostluk ettiği martı öldüğü için mi? Öyle insanlara bodoslamadan yanaşılmıyor, anlatıcı muhabbeti çeviriyor biraz, kenarından dolanırken ortasında buluyor kendini. “— Bu yürek, bizim yüreğimiz, bir tahtası eksiklerin yüreğidir, dedi.” (s. 46) Topal martıyla Barba’ya çok önceleri, başka bir öyküde rastlamıştık, Barba’nın bahsi daha da başka öykülerde de geçiyor ama en öyküsü budur. Bunların yanına “Sarmaşıklı Ev”le “Eftalikus’un Kahvesi”ni koyabiliriz, iyi öykülerdir, ikincisinde Sait Faik’i anlatıcı rolünde buluruz üstelik. Tam olarak. Bir karakter adıyla seslenir, bir başkası bilmem ne yapar, Sait Faik’in gölgesi öykülere elbet düşer de bu kadar alenilik yoktur.
“Hişt, Hişt!…” için bir şey, ne denebilir, mesela dün trende camdan dışarı bakıyorum, bulutların altında Çınarcık’ın tepeleri var ama başka tepeler de var onun ardında. Tepenin arkasında yükselen başka tepenin dağlığı hakkında KHK. Şaşırdım çünkü görmedim onları, otuz küsur yıldır aynı manzaraya bakıyorum, nasıl görmemiş olabilirim? Anlamadım, bulutlara yordum, bilmediğim bir duyguyu da yansıttıkları için. Öykü böyledir, alaka alloş!











Cevap yaz