İran’ın tam, Paris’in yarı zamanlı Kafka’sından öyküler, Sâdık Hidâyet, kan, ihtiras, intikam, kumalar, lunatiklik, acı, keder. Saygısızlığım burada kalsın da Hidâyet’in esas değerinden daha fazla değer gördüğüne dair düşüncem kuvvetlendi. Sırf kendini anlatmıyor, toplumun aksaklıklarına da boğmuyor okuru tamamen, Hidâyet ilerlemiyor. Hidâyet’in öyküsü gelişmiyor yani, belli bir sahnenin uzantılarının dışına çıkmıyor, boyutlanmıyor, çizgi adeta. Yine öyküdür de malum, ölümlü canlılarız, kaynağımız sınırlı, otuz beşime de pek bir şey kalmadı şurada. İç sesim diyor ki okuma şunları, zaten bir bu kadar daha okumadan sanal gerçeklik daha fazla keyif vermeye başlayınca bu işleri bırakacaksın, bari daha sencil, sence bir şey veya senin hoşuna gidecek metnin kendicesini oku, bildiğin seni kişeliyorsa, çülüyorsa falan, bilmediklerini bul ama zamanında almışsın bunları, hemen oku da elden çıkar, evde yer açılsın biraz. Diğer yandan neden Hidâyet okumalıyız, çünkü İran’dan çıkıp Avrupa’ya gitmiş bir yazarın bunaltılarına aşina olmak iyidir, İran halkının dertlerini bilmek de iyidir, öykülerdeki pek çok öge ilgi çekicidir de sırf içeriği için bir şeyi okumak, bilemedim. Şöyle, mesela sıradan okura tavsiye ederim de Berkan’a etmem, dördüncü öyküye gelmeden bayılacağını bilirim. Ben şöyle bir kendimden geçtiysem de kitabı bitirmeye muvaffak oldum, hemen ardından Nursel Duruel’in Yazılı Kaya‘sını okudum, nefes aldığımı hissettim. O da başka yazının konusu. “Diri Gömülen” aslında kafayı kırma izleğinin bir türevi, “Bir delinin notlarından” ibaresini taşıyor. Delimizin soluğu kesiliyor, gözlerinden yaşlar akıyor, kolları enjeksiyonlar yüzünden delik deşik. Duvar kâğıdının üzerinde iki kuş var, konuşuyorlar sanki. Delinin aklında bin tane düşünce var, hepsi iç içe geçiyor, haliyle hikâye de oradan oraya savruluyor, bu güzel. İntihar düşüncesi teselli veriyor, aslında daha fazlasını da verebilir ama kafası işte, karışık, adamın hali yok, düşüncelerini uç uca ekleyemeyecek neredeyse. Zamanları karıştırınca başarıyor, mesela metnini yazarken kullandığı kalemle telefon numarasını da yazmış başka bir zaman, güzel bir kıza vermiş. Chicago’lu ünlü bir şarkıcı sahnede meşhur bir şarkıyı söylüyormuş o sıra, yaşam çok güzelmiş de geride kalmış her şey, dokuz gün önceymiş, bir ömür uzakta. Mezarlıklardaki isimlere bakıp mutlu olurmuş deli, toprağın altı üstünden daha iyiymiş, ölüm bir nimetmiş ve herkese sunulmazmış. İskambil kâğıtlarıyla fal, bir sayfa boyunca falın tarifi neden anlatılır, çünkü anlatıcı deliyse neden olmasın. Niçin ressam olmamış, üzüntü. Niçin sigara içiyormuş, ağır bir intihar, Enis Batur’un tarifi. İş bitik, ağrılar arttıkça ilaçlar artıyor, ilaçlarla birlikte kabuslar artıyor, şeyler değişiyor, beynini çıkarıp duvara yapıştırmak istiyor adam. Üç gün hiçbir şey yemiyor, cereyanda bırakıyor kendini, taşa oturup mısır yiyor ve hiçbir şey olmuyor, hastalıktan değil de bitkinlikten yorgan döşek yatmak zorunda kalıyor. Esrarla yavaş yavaş ölmektense siyanür içiyor, azıcık. Ölmeye yatıyor da kalkıyor tekrar, bir tutam siyanür tutar mı ölümü başında, hepsini ağzına tık da kurtul sancından. İstemiyor kurtulmak, deneyimlerini yazmak istiyor, yazıyor. “Bir haftadır kendimi ölüme hazırlıyordum. Ne kadar yazı ve kâğıdım varsa, tümünü yok ettim. Kirli eşyalarımı, benden sonra kontrol edip de kirli bir şey bulmamaları için uzağa attım.” (s. 16) Bazen söylediklerini tekrar eder deli, intiharın kimilerine lütuf olarak görüldüğünü söyler, ölüm nimettir, böyle. Canı bir türlü çıkmaz adamın, kendini can sıkıntısı ve beynindeki kimyasal patlamalar vasıtasıyla öldürmeye çalışır ama başaramaz, bedeninde bir şeylerin eksik olduğunu düşünenler deli arkadaşlarına ilaç getirmiştir mesela, adam güler, ilaçlarla işi bitmiştir artık. Nihayet isteğine ulaşır, kısacık son paragrafta nasıl öldüğünü görürüz: “Bu notlar bir tomar kâğıtla birlikte onun masasının gözündeydi. Fakat o yatağa düşmüş ve nefes almayı unutmuştu.” (s. 24) Dandik bir son, klişe.
“Hacı Murad” karakter kuruluşundaki zahmetin boşa gittiği bir öykü, etme-bulma temelli, aşırı basit, o zaman Murad nam kişinin atasından kalan dükkândan veya Kerbelâ’ya gidip gitmemesinden kime nedir? Olay şu ki Murad’ın bir eşi vardır, çocuk doğuramadığı için suçludur Murad’a göre. Bir iki münakaşa, suçlama, sonra bir gün eşini sokakta görür Murad. Evden çıkmaya izni olmayan kadın ne yapmak, nereye varmak istemektedir? Murad hemen kurar kafada, kadın aldatmaya gitmektedir herhalde, öyleyse Murad hemen kadını kolundan tutsun, sarssın da kadın tanımıyormuş gibi yapıp el âlemi başlarına toplasın. Murad yanılmış olamaz, eşinin örtüsünün beyaz kenarını her yerde tanır da başka örtülerdeki beyaz kenarları düşünmez. Feryat eder kadın, polis çağırır, o sıra Murad örtünün üzerinden patlatır bir tane, yarından tezi yok boşanacağını söyler. Polisler Murad’la kadını karakola götürünce mevzu anlaşılır, başka bir kadındır o, eş değildir. Murad kişimiz polislere mamalarını verir, karakoldan kurtulur ve iki gün sonra karısını boşar. Örtüden kaynaklı bir yanlış anlama, öykü bu. “Fransız Esir” Almanlara esir düşmüş bir temizlikçinin anekdotlarından ibaret. Fransız ve arkadaşları esir düşerler, Fransızca konuşan bir Alman asker şanslı olduklarını, savaşın onlar için bittiğini söyler. Yolda kaçmaya çalışırlar ama başaramazlar, tarla bahçe işlerinde çalışmaktan daha kötü işlerin varlığı hatırlatılınca kaderlerine razı gelirler. Her gün belli bir süre boyunca bağ tarla, boş zamanlarda civardaki kızlarla takılmaca, savaş bittiği zaman trenlerle memlekete dönüş. Fransız’a göre hayatındaki en güzel dönem esir düştüğü dönem, yepyeni bir dünya ve iş güç belli, ölmemek de iyi, tamam o zaman. “Kambur Davud” tıpkı “Hacı Murad” gibi dertlere gark ettiren, acıdan süründüren müstesna bir öykü. Davud, işte, kamburdur yani, frengili babasının çocuklar arızalı doğarlar ve ölürler, bir Davud yaşar da yaşamasa daha iyiydi kendince de. İstediği kızlar bir kamburla evlenmeyeceklerini söyleyerek kovarlar evlerinden, işler yolunda gitmez, Davud aç kalır ve yoksulluğa düşer bir zaman. Çocukluğundan beri sevdiği kızı uzun zamandan sonra görür, yakın arkadaşıyla evlendiklerini öğrenince kaçarcasına uzaklaşır oradan. Yine muazzam bir son bekliyor bizi: “Yolda gördüğü köpeğin yanına yaklaşarak oturdu ve onun başını tümsek göğsü üzerine bastırdı. Ama köpek ölmüştü!” (s. 36) “İki saniye sonra Dünya havaya uçarken Davud ölümden sonrasını düşünüp dertlenmeye zaman buldu” diye de bitebilirdi, hatta bitseydi.
“Ateşperest” Zerdüştlükle ilgili hoşça bir öykü. Masada şarap, iki bardak, muhabbet. İran’dan yeni gelen memleketine döneceğini hiç ummadığını, memleketinden döndükten sonra tekrar gitmek istediğini söyler. Bir şey çağırır kişiyi, kadim bir duygunun esiri olan kişi pek bir şeye inanmaz da çağrıya kulak asmak zorundadır, derinlerde bir yerde ateşler yanmıştır çünkü, adam coşkuya kapılmıştır. İlla bir ritüele katılmak zorundadır, katılır, yüce varlığı orada hisseder. 20. yüzyılın başında İran’la ilgili araştırmalar yapan bir bilim insanının notlarından yararlanmış Hidâyet, öykü belki de bu yüzden diğer öykülerden daha çok ikna ediyor okuru. Gerçekliğin temsiliyle öyküde verilen gerçeklik uyuşmuyor sanırım, öykülerdeki diğer problem de bu. Gerçeklikten fırlamayacak kadar iyi, yine de gerçeğe göre yanlış kodlanmış karakterler.
Önermem, sahafta ucuza bulan alsın.
Cevap yaz