Dünyanın aşağı yukarı on sekiz noktasında on sekiz bilgisayar, on sekiz kişinin hayatını kaydırıyor, salgın yayılıyor, bilgisayarlardaki dosyalar sosyal medyada paylaşılıyor, her yer acayip görüntüler ve videolarla doluyor. Farelerin isyanı bütün donanıma yayılmış meğer, yazılımlar ele geçirilmiş, PC’lerin dışına taşmayan bir başkaldırma. Utandırıcı. Klişe. Sıkıcı. Zaman kaybı. Nasıl anlatıldığına göre değişir veya değişmez, maharet belirler, yine de sıradan, yüzeysel, icattan ibaret şu haliyle. Eh, Karadeniz’in öykülerini okurken de başka bir şey duyulmuyor, kadroya çevirmen kontenjanından giren yazarımızın 2004’te yayımlanan bu kitabı o zamanlar için dahi çok çok eski, “fare” çağrışımının en aşağı otuz yıllık mazisi varken üzerine öykü kurmak neden, öyküyü fare kullanıcısının eylemleriyle yürütmek varken -iyi bir başlangıç var ama fındıkfaresinin gelmesiyle geri plana atılıyor- iki farenin hasbihali nesi yani, daha da önemlisi bilgisayar faresinin Silikon Vadisi’ndeki bir fabrikadan çıktığını ne düşündürmüş olabilir bilmem, belki doğrudur ama benim 90’lardaki farem Malezya’da mı ne üretilmişti, teknolojinin mabedinde fare üretildiğini hiç sanmam. Akıl yürütüyorum, belki fabrikası vardır, bilmem, üstünkörü araştırdım da bir şeye rastlamadım. Neyse, tık-tırtt-tık-tık şeklinde sesler gelmektedir, bilgisayar faresi bu sesleri duyunca şaşırır çünkü kendisinin çıkardığı seslerdir bunlar genelde, parmak sertçe bastırdığında “tırtç” olur, yumuşağı “tık”tır, “tçınk” sesi ancak kafa atılmışsa gelir. Fareye kafa atılabilir, Ultima Online oynarken beni hemen diriltmeyen adama sayıp sövmüş, fareme bir de kafa atmıştım sinirden. O an oyun oynamayı bırakmayı düşünmeye başladığım an işte, bıraktım. On beş küsur yıl sonra satranç oynarken de ana avrat küfreder, bir dakikalık maçlarda duvarı yumruklar hale gelmiştim, satrancı da bıraktım. Şimdi çok sakin bir insanım, haftaya boksa yazılıp milletin kafasını koparmaktan vazgeçmeyi düşünüyorum. Bilgisayar faremiz devinim sever, devinimsizlik kötüdür çünkü “imleç yalnızlığı” diye bir şey var, hazin. İşte, faremiz belleğinde sıkıntısını biriktirirken sahibinin dinlediği kimi bestecilerin eserlerini ezberler, Karadeniz’in metinlerinde değinmeyi pek sevdiği klasik müzik de ortaya çıktığına göre rahatız artık. Ekrandaki yazıları okuya okuya yaşama ve ölüme dair bir fikir oluşur kafasında, kaçışını kolaylaştıracaktır bu. Yine tıkırtılar sıkırtılar, fındıkfaresi ortaya çıkıp çok uzaklardan kuzenine selam verir, tanışırlar. Fındıkfaresi gökyüzünü, bulutları, çimenleri ve maşrapaları anlatır, bilgisayar faresi son anlatılana pek önem vermese de diğerleri aklını çeler lakin ilk görüşmelerinde karar veremez, fındıkfaresi ortadan kaybolduğunda uzunca bir süre dertlenir, arkadaşının dönmesini bekler. Morali bozuk olduğu için işini iyi yapamamaya başlar, sahibi işkillenip tamire götürmeye kalktığında hemen toparlanır bilgisayar faresi, özgür olacağı güzel günlerin geleceği umuduyla bekleyişini sürdürür. Nihayet ikinciye kavuşurlar, bilgisayar faresi kuzeninin teklifine cevap vermeden önce iyi bir düşünür, organik bir yaşama kavuşmasının mümkünatına nasıl ikna olmuştur bilinmez, kararını verir: “Kendi mekanik ölümünün yerine organik bir ölüm. Bocalıyordu, karar veremiyordu bir türlü. Düşüncelerimi arındırmalıyım, açık seçik düşünmeye çalışmalıyım, dedi kendi kendine. Aslında sorun çok yalındı; karşısında iki seçenek vardı: ya bir başkasının istemine bağlı, tatsız tuzsuz, tekdüze bir varoluş biçimini sürdürmeyi seçecek, ya da o güne dek yalnızca soyut olarak, kavramlarla tanıdığı bir dünyayı tüm duyularıyla yaşayacak, olanca somutluğuyla algılayacaktı.” (s. 16) Savaşın uzun süreceğini bildiğim için gittim şehirde dirilttim kendimi, reg alıp daldım kalabalığa. Ama nasıl kalvaslıyorum, önüme gelene çat çut. Bir ona bir ona, bir ona bir ona. İndirdiler sonra tabii, küfredip kapadım oyunu. Ultima Online’ın en mutsuz hissettirdiği an işte, oyuna girince ölü olmak. Git diril, üstünü başını toparla, düşman guild yakalamadan evine koş, zahmetli iş.
“Uy ya da Öl” her şeyin tıkıştırılamayacağı bir öykünün hiçbir şeyi tıkıştırmadan yazılamayacağına dair bir öykü, öykünün öyküsü, mesela Lydia Davis’in bir cümlede çözeceği meselenin uzatılmış, en uzatık hali. Kişi saatlerdir öyküyle boğuşmaktadır, bir gün yolda dalgın dalgın yürürken aklında şaklayıveren öyküyü yazmaya kalkmış, yazamamaktadır, üstelik hemen yazmaya başlamak için dosyanın adını dahi koymamıştır. Kendi kendini yazan öyküyü hatırlar, kendi öyküsünün neden ilerlemediğini düşünür, öykünün kendisinden ne istediğini anlamaya çalışır. Yazdığının en iyisini bulabilmek için özü yitirmemeye çalışır, öykünün dinamiğini, mekaniğini, uhreviliğini falan düşünür, iş öykü yazmanın beyliğine gelir: “Kimi zaman da, tıpkı şimdi kendi başına geldiği gibi, yakaladığı fikrin büyüsüne kapılıp, öykü henüz zihninde yeterince oluşmadan onu yazıverme telâşına düşerdi insan. Oysa daha en başından başlayarak, küçücük ipuçları vere vere -kimi zaman bir sözcük, bir ad, bir sıfat, bir fiil bile olabilirdi bu- öyküyü şaşmaz doğrultusunda yürütmek gerekirdi; sonuca, patlama ânına doğru… Küçük ya da büyük bir kırılma ânında, bir ilişkinin, bir gerçekliğin açığa çıkması, Çehov’un ünlü tabancası gibi bir anda patlayıvermesi demekti bu.” (s. 19) Öyküsünün “patlamayacağını” anlar kişi, dosyayı kapatır, öykünün isteğine karşı geldiği için yazamamıştır bir anlamda, kendiliğindenliğe kavuşamamıştır bir türlü. Uymalı veya ölmelidir, öykünün ölümüyle kişinin ölümü eştir anlatıcıya göre, uymayacağı için. Sonra nightmare çektim altıma, daldım kalabalığın arasına. Hayvanın vurduğu iniyor aşağı, ben de önüme gelene sallıyorum büyüyü, en sonunda bir warlock saldırınca kaçtım. Mızrağıyla düşürüyor beni, hiç uğraşmadım. Uğraşmadım da, macefighter mahvetti. Stamina düşer o topuzların vuruşuyla malum, kıpırdayamaz hale gelince bastım küfrü, kapadım oyunu. Bilgisayarın herhangi bir parçasını kasten kırmadım, o kadar sinirlenmedim oynarken de kıranı gördüm: Emre. Son dakika golü attım, adam Messi’ye kıldı zaten, sakince kapadı oyunu, kolu aynı sakinlikle çıkardı ve ÇAT PAT ÇATIRT diye vura vura parçaladı gözümün önünde. Hayatımda öyle bir şey görmemiştim, gülmek istiyordum ama adam kafama da indirecekti bir tane, donup kalmıştım. Ben de sinirlenirim ama gevşeklik yapıldığı zaman, mesela adam gol attığı zaman suratını suratıma yaklaştırıp “Şu biiir!” diye bağırırdı, gülerdim ama sonrası komik olmazdı. Ulan Emre.
Bilgisayar ve öykü yazımıyla ilgili üç öykü daha var, yeni bir şey olmadığı için es geçiyorum ve Karadeniz’in deneme yazma isteğinin öyküyü ele geçirmesini ele alıyorum. “Yanıtsız” bir e-posta destanı, yaklaşık bir yıla yayılmış iki düzine mektuptan ibaret. Müellif bir çevirmene, yazara hitap ediyor, edebiyatla ilgili görüşlerine yer veriyor daha çok. Neyi, belli bir yaştan sonra insanın klasiklerden başka bir şey okumadığını, Tolstoy’un büyük bir yazar olduğunu, Fenerbahçe’den Bostancı’ya yürümenin güzelliğini, özellikle sabahın köründeyse bu yürüyüş, Patagonya’nın güzelliğini, şiir çevirmenin şiir yazmak kadar içeriden bir yerden geldiğini, yazamamanın hem içeriden hem dışarıdan geldiğini, farklı kültürlerin etkisiyle yetişmişlerse de iki insanın tam olarak aynı şeyi hissedebileceğini, Gülten Akın’ın has, bilge bir şair olduğunu, Marcus Aurelius’un anılarını çevirmenin kattıklarını, Manganelli’nin süper metinler yazdığını -ki bence de süper- ve nihayet uzunca iç döküşünün sona erdiğini.
Moonglow’da kapı önü savaşlarını, Minoc’ta PK’lar -“pe ka”, malum- madeni basınca kazma kürekle dalmayı, Delucia’da tehlikeden tehlikeye koşmayı ve en önemlisi 2000’lerin başlarını çok özledim, aşırı özledim, o zamanları özleyeceğimi o zamanlar biliyordum ama bu kadar özleyeceğimi bilmiyordum.
Cevap yaz