“Metropol Otel” öykü müdür, haber metni midir, anı mıdır nedir, belirsizlik aşılamaz gibi duruyor ama metnin sonundaki küçük bir detay türe dair fikir veriyor. Anlatı diyelim, çok başarılı bir anlatı, yazarın Nobel’e aday gösterilmesini sağlayacak kadar başarılı. Tropiklerde dolanan bir Avrupalının çekeceği sıkıntıları Céline’de, Conrad’da, şunda bunda gördük, Kapuściński’den de bakalım: “Tropikal gece, dünyanın tüm viski, konyak, likör, şnaps ve bira yapımcılarının kaşarlanmış müttefiğidir ve bu içkilerin satışına karşı çıkan kişiye, geceleyin son darbesini indirir: Uykusuzluk. Uykusuzluk her zaman yorucudur ama tropiklerde ölümcüldür. Tüm gün boyunca güneş tarafından, dinmeyen, hırpalayan ve zayıflatan bir susuzlukla cezalandırılan kişi, uyumak zorundadır.” (s. 7) Uyuyamaz, hava deli boğucudur, bir su buharının içindeymiş gibi yaşar insan, yaşamını başkalarıyla paylaşmak zorundadır üstelik. Wally amca içkinin akciğerlerine iyi geldiğini düşünüp şişeleri arka arkaya yuvarlar. Londra’dan Afrika’ya savaşmak için gelmiş, barış zamanında marangozluğa başlamış ve yılların nasıl geçtiğini anlamamış, muhtemelen alkol yüzünden. Kazandığının yarısı otele, yarısı içkiye gidiyor, Wally tatlı ayyaşa içki taşıyor durmadan. Wally’nin sevgilisi Ann kuzeyli, Nankani kabilesinden geliyor. Yüzündeki yara köle olarak ele geçirilmesin diye, Nankani dilinde “çirkin” ile “özgür” için aynı sözcükler kullanılıyormuş. Öyle zengin manzaralar var ki sırf bunları incelemek bile başlı başına bir yazı olur, Kapuściński’nin savaş muhabirliğine geleceğim çünkü adamımız Soğuk Savaş döneminde bombaların patladığı hemen her yere gidip gördüklerini ilk elden anlatmış, öyle bir anlatmış ki kurşunun sesi sayfada yankılanıyor. 1960’lar, Afrika’da bir yer, Kwame Nkrumah’ın hikâyesine bağlanan gözlemler. Afrika’nın gördüğü en önemli liderlerden biri olan Nkrumah parlak bir öğrenci olmasına rağmen yoksul, yıllarca biriktirdiği parayla ABD’ye bir uçak bileti alıyor ve 1935’te, yirmi altı yaşında ABD’ye giderek üniversite okuyor. 1947’de Gana’ya dönüp ülkesini beş yılda birleştirmeyi başarıyor, sayısız eylem, protesto ve gösteri adım adım iktidara taşıyor onu. Altın madenlerini İngilizlerden koparıyor, Gana’yı Afrika’nın ilk bağımsız ülkesi yapıyor da halkın sorunları bitmiyor ne yazık ki, Kapuściński’nin konuştuğu bir posta memuruna göre ücretlerle ilgili hiçbir şey söylemeyen Nkrumah’ı dinlemek için hiçbir sebep yok. Giriş, fragman, ne denirse densin esas hikâye bundan sonra başlıyor, “Tam Buradan Başlaması Gereken Bir Kitabın Planı” adlı bölümle birlikte. Bu bölümün benzerleri çok, kısa alt bölümler yazarın serüvenlerini parça parça kuruyor. Tek parçaymış gibi ele alıyorum, Gana’daki seyahatini noktalayıp Varşova’ya dönen Kapuściński patronundan Kongo’ya gitmek için izin alıyor da Kongo sosyalist ülkelerden gelenleri geri postalıyor, yasal yollardan girmek mümkün değil. O sıra birinden öğreniyor Kapuściński, Kahire’de Çek gazeteci Jarda Boucek kaçak girecek, o zaman hemen buluşup birlikte yola çıkmalılar. Sudan’dan girecekler, maceralı bir yolculuk. Ermenistan’a İran’dan girmek gibi bir şey. Sınıra geldikleri zaman askerler geri dönmelerini istiyorlar ama aslında rüşvet istiyorlar, Afrika’da yeterince para verilirse her şey mümkün. Seraphim adlı bir çavuş bizim tayfanın yanına rehber diye veriliyor da yola devam ettikleri zaman Seraphim’i dövüyorlar mesela, başka kabileden askerler kötü davranıyorlar da Seraphim’in kendi kabilesinden olanlar geçiş izni sağlıyorlar hemen. Patrice Lumumba’nın hikâyesi araya girer hemen, Afrika’nın bir başka büyük liderinin mücadelesi koca Kongo’yu bir araya getirmiş, emperyalizme karşı duruşun temelini atmıştır. “Kongo, Hindistan kadar büyük bir ülke. Tüm Hindistan’ı yanına çekmek, Gandi’nin yirmi yılını almıştı. Lumumba, Kongo’yu altı ayda avcuna aldı. Kesinlikle olanaksız.” (s. 46) Daha az insanın -bence- daha büyük öfkesi bu bütünlüğü mümkün kılmıştır da esas etken Lumumba’nın köy köy dolanmasıdır zannediyorum, kentli politikacılar betonların içinden emir verirler de o emir kerpiç veya taş evlere varana kadar erir gider, Lumumba’ysa kent kökenli olmasına rağmen derdini köylülere anlatabilmiştir. Ve öldürülmüştür bir süre sonra, ülke karmaşaya sürüklenmiştir, bizim ahbaplar tam da o çatışmaların orta yerine düşerler ve satın aldıkları dandik bir araçla kaçmaya çalışırlar ama Kongolu askerler buldukları her beyazı katletmektedir. Ölüme bir adım kala Jarda’nın aklına bir fikir gelir, Mısır’dan getirdiği belgeyi askerlere gösterir ve belgenin Nasır’dan geldiğini söyler. O sıra Afrika’da Nasır rüzgârı esmektedir, askerler yumuşar ve gazeteciler canlarını kurtarırlar. Bu konuda eksiğim valla, Afrika’daki politik hareketlerin halkları nasıl etkilediğine dair elimde bir araştırma olsa hemen okurdum. Neyse, otele dönerler de bir grup asker oteli basıp beyazları kapının önüne çıkarırlar, öldüresiye döverler. Namlular bizimkilere dönüktür bir ara, Kapuściński öleceğini düşünüp gözlerini kapar ama silahlar ateşlenmez, grubun lideri salona daldığında Jarda’yla göz göze gelir. Bir süre bakışırlar, sonra basıp giderler. Jarda açıklama yapar, göz göze geldiği adamın Kahire’ye Lumumba’nın elçisi olarak gelen Bernard Salmon olduğunu zamanında onunla röportaj yaptığını söyler. Şans. Ama her zaman yanında olmaz insanın, kıyım sürerken bizimkiler terastan fıyarlar, BM’nin karargâhına ulaşıp yardım isteğinde bulunurlar. BM başta yanaşmaz, tarafsız kalmaları için kimseye yardım etmemeleri gerekir de gazeteciler vardır karşılarında. Aklıevvelin biri tayfayı üfürükten bir uçağa bindirir, Burundi’ye yollar adamları. Korkunç bir muamele, korkunç şartlar, kesin ölecekler orada. Son bir şans, yakınlara inen bir uçağın mürettebatından birine durumlarını anlatır Jarda, Kongolu adam BM’ye gidip olan biteni anlatacağını söyler. İdama kısa süre kala BM gelir, tutsakları kurtarır. “Hayatımızı kurtaran Kongolunun adını bile bilmiyorum. Onu bir daha hiç görmedim. Bir insanoğluydu. Onun hakkında bildiğim tek şey bu.” (s. 77)
O kadar çok hikâye var ki hangisini anlatayım bilemiyorum, Afrika’dakilerden bile daha kaç kitap çıkar bilmem. Uzaklaşayım biraz, Honduras’la El Salvador arasındaki maçların sebep olduğu, aslında toprak reformlarının ve göç politikalarının çarpıklığından çıkan savaşa gideyim de Kapuściński’nin deli cesaretini öveyim az. Çatışmalar başlamadan önce yakınlardadır Kapuściński, oranın yerlilerinden bir gazeteciyle görüşünce Honduras’a gitmeye karar verir, savaş sırasında o ülkedeki Avrupalı tek gazeteci olacaktır muhtemelen. Kanadalı vardır, Japon vardır da başka Avrupalı yoktur, Kapuściński ülkedeki bir iki teleks bağlantısının bulunduğu yerlerden birine giderek Varşova’ya haberleri vermeye başlar. Girmeyeyim oraya, merak edenler iki futbol maçı yüzünden çıkan savaşı araştırabilir, yazar o karmaşanın göbeğinden edindiği yaşantıları anlatıyor zaten. Herkes evlerine kapanmışken o karanlıkta tekerlediği bir konserve kutusunun onlarca insanda yarattığı korkuyu müthiş anlatıyor, pencereler açılmış da sessiz olmasını söyleyen insanların kafaları görünüp kaybolmuş hemen. Daha fenası: Gazeteciler bir aracın arkasına doluşup çatışmaları daha iyi gözlemleyecekleri bir noktaya giderlerken diplerinde patlayan bir bombayla atmışlar kendilerini araçtan, dağılmışlar. Kapuściński aralarında en şanslı olanı belki de, bir süre sonra otele dönmeyi başarıyor da aralarından biri az daha idam ediliyormuş, tuhaf bir hikâyesi var. Sonuçta oradan da çıkıyor Kapuściński, dünyanın hemen her yerine gidip ölümden yırtıyor, 1974’te Kıbrıs’a bile gidiyor adam. İzlenimleri hoş ama bir parça yanlı, birazcık. Hasılı adeta bir Coşkun Aral diyeceğim de Coşkun Aral aslında Kapuściński, ikisinin hikâyeleri birbirine o kadar benziyor ki.
Cevap yaz