Necat Birinci’nin kitaba aldığı yazılardan Ünaydın’ın gazeteciliğini geniş açıyla görebiliyoruz: Tevfik Fikret’in son günlerinin şahitliği bir yana, Anadolu’da filiz veren mücadelenin ilk günlerinden manzaralar diğer yana, Mustafa Kemal’le Rauf Bey’in 1918’den itibaren mücadeleyi nasıl örgütledikleri, Sivas ve Amasya’daki heyecan, eşrafın ruh hali, sonra Londra Konferansı. Daha çok yan var, İstanbul’da bayram, camiler, çeşmeler, davulcuların manileri, sosyal hayat, Yakup Kadri’yle mülakat derken iyi bir gazetecinin hem farklı türlerde yazdığı metinlerin yüksek niteliği hem de başarıyla kayıt altına aldığı toplumsal olayların görüntülerinin canlılığı düzyazı devriminin bir parçası kılıyor Ünaydın’ı. Refik Halid’in, Ahmet Rasim’in eski İstanbul’la ilgili yazılarıyla yarışır Ünaydın’ınkiler, zamanla yarışır hale gelmiştir denebilir zira kendisi tramvayları anlattığı bir yazıda “içtimaîyat, lisanîyat ve ruhiyattan yana fakir olduğunu” söyler, Hüseyin Rahmi’yle Ahmet Rasim’in eski tramvay muhaverelerinin benzerini yaratmaya heveslenir, başarılı da olur ama röportajla harmanladığı üslubunun Kurtuluş Savaşı’nı anlattığı yazılarında kusursuzlaştığını görürüz, kısa zaman içinde bağımsızlık mücadelesinin coşkusuna kapılan yazar cephedeki askerlerin konuşmalarını adını andığı yazarlar kadar yetkinlikle anlatır, askerin kahramanlıklarını gündelik devinimleriyle birlikte aktararak sıradan yaşamların kuvvetli inançla olağanüstülüğe varışını gösterir. Ötesi, Amasya’daki mülakatlarda Mustafa Kemal Paşa’nın kongre ve partilerle ilgili söylemleri sırasında -vatanın kurtuluşu için çalıştığı her hareketiyle anlaşılır bir gruba iktidar hırsıyla hareket ettiğine dair iddiaların vatandaşlığa sığmayacağı mesela- coşkudan kızarmasını, öfkesini görünce iddiaları mantık düzeyine çekmek ister Ünaydın, tansiyona göre ayarlar gidişatı, ruhiyatı da öğrendiği söylenebilir: “‘Millete dost görünüp de ilk fırsatta iktidar mevkiine geçtikten sonra onun hakiki ihtiyaçlarını düşünecek yerde, memleketi kendi istediği yolda götüren, lâf anlamayan, selâhiyettârların irşadına kulak asmayan, millete mevcut kuvvetleri şahsına bağlamaya çalışan kahraman yüzlü insanlardan hayli zarar çekildi. Onun için bazı kimselerin bu türlü tereddütlerde bulunmasını mazur görün. Kâbusların taaddüt ve temadisi arzu edilir şey değildir. Netice itibarıyla hem onlara zarar oluyor, hem de zavallı millete!.. Bunu siz de takdir edersiniz. Ancak beyanatınız ve beyanatınızı takip edecek ef’aliniz bu tereddütleri izale edebilir.’” (s. 253) Lidere sorumluluğunu hatırlatma var, adil olmasına dair uyarı var, kısacası bugün unutulan ne varsa yüz yıl önce pat pat sıralamış Ünaydın, Mustafa Kemal’in cevaplarıyla Anadolu’daki harekete halkın gözünde meşruiyet kazandırır, hareketin en önemli figürlerinden biriyle halkı yakınlaştırır, katkı sağlar mücadeleye. Mustafa Kemal’in söylediklerinden bir paragraf, özet niyetine: “‘Dünya, milletimizin hayatına ya hürmet edip onun vahdet ve istiklâlini tasdik edecektir, ya da son topraklarımızı son insanlarımızın kanıyla suladıktan sonra bütün bir milletin nâşı üstünde merdut hırs-ı istilâsını tatmin etmek mecburiyetinde kalacaktır. Bu türlü bir vahşete ise bugünkü insanların asabı artık tahammül edemez.’” (s. 254)
Tevfik Fikret’e odaklanan yazılar hazine, Ünaydın “üstat” hakkında yazdığı ilk yazısını Âşiyan’da okuyunca Fikret’in tepkisi: “‘Bizde insan hayatlarının tarihi bile belli değil. Sizse küçük ve değersiz şiirlerin tarihini kaydetmek hevesine düşüyorsunuz,’ dediydi. Fakat kendisinin böyle tarihçileri okumaktan fevkalâde büyük bir lezzet aldığını söylediydi.” (s. 23) Şiirlerin hikâyeleri geliyor sonra, birkaçını alayım, “Hitab”ı Haluk’la çıktıkları bir sandal gezintisinin etkisiyle yazmış, İstinye’ye doğru yol alırlarken karşıdan gelen bir sandalın içinde iki kurbanlık koyun görmüş Fikret, arefe günüymüş, “Din şehîd ister, âsümân kurban/ Her zaman, her tarafta kan, kan, kan” demiş oracıkta. “Sis”in hikâyesi malum, “Zekâ”yı Rıza Tevfik’le filozofluk-şairlik münakaşalarından yola çıkarak, “Köyün Mezarlığında”yı Recaizâde Ekrem Bey’le yaptıkları bir Gebze tenezzühünün yadigârı olarak, “İzler”i Robert Kolej’den evine dönerken karlar üzerinde kendisininkinden başka ayak izine rastlamamasından ilham alarak yazmış Fikret, “Para ve Hayat”ı Halid Ziya Bey’le bir pelerin almak için girdikleri mağazada gördükleri satıcı kadının etkisiyle falan, gidiyor böyle. Uzunca ama şunu alayım: “Haluk, bayramı henüz anlayabilecek bir yaşta idi, üç dört yaşlarında… O zaman kadar, kız çocuklar gibi uzun saçlar, uzun entarilerle gezerdi. O sene, ilk defa olarak erkek esvabı giyecekti. Esvabı, arefe gecesi çocuk uyurken gelmiş. Ertesi sabah Haluk uyanınca fevkalâde sevinmiş. İşte Fikret’e ‘Haluk’un Bayramı’ serlevhalı merhamet şiirini ilham eden menba bu sevinçte saklı imiş! Haluk’un bir yaz günü bahçede bir taş bulup babasına sorması şaire ‘Haluk’a’ manzumesini yazdırıyor. Fakat taşın bir kuş mezarına dikilmiş olması çocuğa söylenmiş bir muhayyel masaldan ibarettir. Nitekim ‘Zerişte’nin mevzuu da mevhumdur. Zira Fikret’in öyle bir kedisi de yokmuş. Hem kedileri sevmezmiş.” (s. 30) Şiirlerinde yaptığı değişiklikler, istibdat sıkıntıları, en sonunda özgürlük şiirler ve ölüm. Gittikçe sıhhat kazandığı bir dönem üstelik, Fikret iyi olduğunun söylenemeyeceğini, bedeninin yavaş yavaş kapanırken son bir canlılık emaresi gösterdiğini dile getirmiş. Yine de geleceğe dair planlar yapıyor, yaşamak istemiyor değil. Yakup Kadri, Yahya Kemal, Fazıl Ahmed ve sürgünden döndürülmesi için çalıştığı Refik Halid gibi taze sanatlarını beğendiği gençleri bir araya toplayıp yeni bir sanat ve hakikat mecmuası çıkarmak istediğini söylemiş. “‘Belki o vakit kuvvet bulur, tazelenirim. Zira artık tükendim!… Fakat acaba efendilerimiz böyle bir mecmuayı yaşatırlar mı? Yaşatmak ne demek… Onlar yaptıkları hatalar yüzünden o kadar çürümüşlerdir ki, bugün ancak sizin, benim bir araya gelip de sesimizi çıkarmayışımızdan kuvvet buluyorlar. Onları bizim korkumuz yaşatıyor. Biz biraz kendimizi gösterelim. Bakın nasıl sinerler ve düşerler.’” (s. 35) Ressam Mihrî Hanım pastel ve kuru kalemle resimlerini yapıyor, buruna doğru incelerek gelen bir baş, hani burnu biraz daha uzun olsa fil başı! Son gece kalkmış, evi telaşlı telaşlı dolanmış, yatınca bir balık gibi sağa sola sıçramaya başlamış, bir iki defa, “Yavrum!” demiş. Tebessüm ediyormuş başında ağlayanlara göre.
Topkapı Sarayı’nın bölümlerinden hikâyeler fırlıyor, Saray’ın önünden Fatih’e giden cadde üzerinde yaşanan toplumsal olaylar, zamanın savaşları, kutlamaları, adeta şehrin hafızasını tutuyor Ünaydın. Yangınları anlattığı yazıda ateşlerden kurtulanların çektikleri zorluklar var, Hürriyet geliyor diye sevinçler yaşanırken bir anda facia, ekonomi aşırı kötü olduğu için ekmeğe muhtaç hale gelen halkın bir kuru damı varken o da yok artık, okurlarından merhametli olmalarını rica ediyor Ünaydın, evini kaybedenlere kapılarını açmalılar. Ateşleri ejderhaya benzettiği bir bölüm var, İstanbul’un temeline çöreklenip son senelerde payitahta kasteden bu mahluk Ömer İzgeç’in bir metnine de tarikat sembolü olarak girmiş, inceleyeceğim ama mevzunun sıradan bir tarikat hikâyesinden çıkamamasını düşünüyorum, bir de ne çağrışımlara açık olduğunu, sırf bu yazının derinliği götürür kurguyu. Şehir manzaraları pek hoş, beşle yedi arası mağaza ve yazıhane sahibi Karamanlılarla Ermeni kuyumcuların Tatavla’ya, Pangaltı’ya dönmeleri, kelepir mallarını birbirlerine okutmaya çalışmaları izlemeye değer. Kafalarına göre durduranlar tramvayı, ipe asılıp milletin kafasını dank diye vurmasına yol açanlar, kimi yolda gördüğü bir tanıdığını çağırıyor, kimi mağazadan bir şey alacak da durduruyor, çeşit çok.
Dört dörtlük panorama, ilgilisi kaçırmasın. Alıntıyla bitireyim: “‘Oğlum Türk Türkten yılar. Sen beni dinle. Dışımızdaki bir kötüyü bir sillede deviririz. Lakin içimizdeki binlerce kötüden bir tanesine kıymık batırmaya bile gücümüz yetmez. Kendimizden kendimiz de korkmuşuz.’” (s. 65)
Cevap yaz