İkinci baskının ön kapağında üfürükten bir övgü var, Graham Robb’a göre bunu okumak iki saat ama okuyunca da bir ömür unutulmayacak. Unutulmayacak bir hikâye yok, anlatım da keza öyle. Yani tabii başarılı ama öyle aman aman bir metin değil. Arkadaki değerlendirmeler daha iyi, Ian McEwan uzak bir vadideki yalıtılmış bir hayatın modernizm tarafından kuşatılması demiş, en iyi değerlendirme bu sanırım. Teleferik inşasıyla başlayan bir süreç var, geçtiğimiz yüzyılın başında Avusturya Alpleri civarında ekonomik faaliyetler ağırlık kazanıyor ve köy yavaş yavaş değişiyor, bunu kahramanımız Andreas Egger’in çalıştığı işlerden de anlayabiliyoruz. Gayrimeşru bir çocuk Egger, annesi tarafından eniştesine bırakılıyor ve çiftlik hayatını öğrenerek büyüyor. Sonrasında iş değiştiriyor, teleferiği inşa eden şirkette çalışmaya başlıyor. Güçlü bir adam bu, ağaç gibi kolları var, odun kırmak dahil birçok işin üstesinden gelebiliyor. Savaştan döndüğü zaman şirketin battığını öğrenince bu kez turist rehberi olarak çalışmaya başlıyor, hizmet sektörünün yükselişiyle sonlanan bir süreç doğrudan karakter üzerinden biçimleniyor. Margaret Atwood da romana bayıldığını söylemiş, ne güzel. Mustafa Kutlu’nun Beyhude Ömrüm‘ünü okusaydı ona da bayılırdı diye düşünüyorum, binlerce kilometre ötede farklı bir kültürün etkisiyle yetişmiş iki karakterin ruhları birbirine benziyor. Gerçi Seethaler ilahi bakış açısıyla anlatıyor hikâyeyi ama pek konuşmayan adamımızın iç monologlarını duyabilseydik sesler de birbirine benzer çıkabilirdi. Bunun yanında bir tutam Michael K. de var Egger’de, pek konuşmuyor ve sadece işini yapıyor. Zekâ özürlü değil, biraz yaban sadece. Tabii eniştesinin döverek büyütme tekniklerinin de etkisi var bunda, adam suda ıslattığı bir dalla dövüyor çocuğu, bir gün o kadar sert vuruyor ki kemiğini kırıyor, topal kalıyor Egger. On sekiz yaşına geldiği zaman eniştesini tehdit ediyor, bir daha vurursa adamın kafasını kıracak Egger. Neyse ki o sırada aşık olup evden ayrılıyor, o da başka hikâye. Yıllar sonra, savaştan döndüğünde eniştesiyle karşılaşıyor, içinde eski bir korku. Enişte yaşlanmış, iki oğlu savaşta ölmüş, yıkık bir adam artık. Egger’e, “Öldür beni, intikamını al,” diyor, Egger öldürmüyor tabii, uzaklaşıyor. Adamın cenazesine şahit oluyor yıllar sonra. Bu yıllar sonrasına ve öncesine atlamalar anlatım tekniği, Egger’in çocukluğundan ölümüne kadar ana bir çizgide ilerliyoruz ama bazı detayların anlatımı için zamanda yolculuk yapıyoruz sık sık. Egger ölüyor mesela, anlatının biteceğini düşünüyoruz ama bitmiyor, yaşlılık zamanlarındaki bir güne dönerek son kez vedalaşıyoruz bu kez. Aynı mevzu anlatının başında da var, Boynuz Hannes denen bir adamı karda kışta taşıyor, soğuktan donmasın diye uğraşıyor falan, adam o sırada kaçıp gidiyor ve ortadan kayboluyor. Yıllar sonra turistler buluyor adamın bedenini, bir bacağı eksik. Egger bacağın da yıllar sonra bulunacağını düşünüyor. Bu bölüm de sonlara doğru, başlangıçtan bu bölüme koca bir daire tamamlanıyor böylece. Bir daire daha, Boynuz Hannes kaybolmadan önce Soğuk Kadın’dan bahsediyor, ölümden. Yerel bir efsane. Alır, götürür, son toprak atılmadan önce son gökyüzü parçası yüzüyle dolar, ölüye üfler ve yolculuk başlar. Bu kadını yine sonlara doğru, yaşlılığında görüyor Egger, böylece kısa süre sonra öleceğini anlıyoruz. Boynuz Hannes kaybolduktan sonra kadın Egger’e gülümsüyor ama son karşılaşmalarında gülümsemiyor, gerçi Egger’in yıllar önce çığ altında kalıp ölen eşi Marie kılığında çıkıyor ortaya, gülümser diye bekledim ama çok sevdiği eşini alıp götüreceği için üzgündür belki, bilemiyorum. Egger ilk kez duygu belirtisi göstermişti Marie’yi gördüğünde, hissizlikten boğulmak üzereyken kızın koluna dokunmasıyla yaşadığını hissetmişti. Marie kimsesiz, köyün tek lokantasında çalışıyor, onun da Egger’de gönlü var. Kızın patronu Egger’i uyarıyor, evlenirse onun gibi bir işçi bulamayacağını söyleyerek gözdağı veriyor ama samanlık seyran oluyor işte, evleniyorlar, Egger bir süre önce kiralayıp düzenlediği küçük bir toprağa, küçük bir eve sahip, o eve taşınıyorlar. Çocukları olacağını da öğreniyoruz, her şey dört dörtlük. Çığa kadar. Anlatının en büyülü yerlerinden birini dolduruyor bu çığ, bir gece Egger tek başına dışarıda dururken yavaştan bir uğultu duyuyor, bir süre sonra karanlıkların içinden çıkarak kendisine doğru gelmekte olan koca ağacı görüyor. Ağaç denizin üzerindeymiş gibi akarak geliyor, tabii o ışıksızlıkta akışı görmek zor. Sonuçta Egger zar zor kurtuluyor ama Marie kurtulamıyor ne yazık ki. Egger’in acısına dair bir şey göremiyoruz, tekrar içine kapanıyor. Yıllar sonra bir kadınla daha ilişkisi oluyor ama içinde bir şeyler o kadar ölü ki seviştikleri gecenin sonrası gelmiyor, kadın giderken kırık bir şekilde el sallasa da Egger başını indiriyor, mukabelede bulunmuyor. Ölümüne kadar bu şekilde yaşayacak.
Savaşı da anlatayım, büyük savaşların ikincisi çıkınca Egger askere yazılmak üzere başvuruda bulunuyor ama topallığından ötürü dalga geçiyor subaylar, askere alınmıyor. İşlerin kötü gittiği 1942’de bu kez kendileri çağırıyorlar, Rusya’ya gidiyor Egger. Çukur kazıyor, patlayıcılarla uğraşıyor dağların başında. Tehlikeye en çok yaklaştığı zaman karşısında genç bir Rus askeri görüyor. İkisi de farların karşısında donup kalmış geyiklere benziyorlar, sonra Rus askeri kaçıp gidiyor. Egger bir süre daha orada kalıyor, ardından Rus askerleri alıp götürüyorlar bunu, çalıştırıyorlar. Ruslardan biri bir gün, “Hitler kaput!” diye bağırıp kahkaha atıyor, Egger birkaç sene daha tutsak olarak çalışmaya devam ediyor. Yedi yıl galiba, yedi yıldan sonra salıyorlar, kasabasına dönüyor. Her şey değişmiş. Teleferik şirketi iflas etmiş, köy büyümüş, turistler akın ediyor. Kimse iş vermiyor Egger’e, o da rehber olarak çalışmaya başlıyor. Dünya yavaş yavaş değişiyor ve Egger’i, yavaş düşünen ve yavaş hareket eden adamı değişmeye zorluyor. Değişiyor o da, ayak uyduruyor. Televizyona alışamıyor bir tek, bir sürü ışığı izleyen adamları anlayamıyor bir türlü. Biraz kara mizah var buralarda. Savaş olayı A Hidden Place‘i izleyen varsa tanıdık gelecektir, aynı coğrafya, aynı yavaş yaşamlar.
Arada sırada beliren sihirden de bahsedip bitiriyorum, savaştan önce Egger ve arkadaşları şirket için çalışırlarken kesilen ağaçlardan biri düşüp işçilerden birinin kolunu koparıyor, adamı sarıp sarmalayıp hastaneye yolluyorlar. Gitmeden önce, “Kolumu ormana gömün, belki ondan frenk üzümü yetişir,” diyor ansızın. Böyle pek çok parıltı var metinde, karakterlerin ve tiplerin kendilerine özgü söylemleri, davranışları var, detaylar pek hoş, anlatıyı yavan bir süreğenlikten kurtarıyorlar.
Novella diyeceğim, hoş bir novella. Yazarın bir metni de Jaguar’dan çıkmıştı, bakılabilir.
Cevap yaz