Richard Harding Davis – Paris Sokakları

Zamanının şah gazetecilerinden Davis’in dikiş tutturması zaman almış biraz, girdiği okulları bitirememiş, kodaman babasının bulduğu ilk gazetecilik işinden şutlanmış, sonra yavaş yavaş bulmuş yolunu. Yazıya düşkünmüş ama, ayrıldığı ilk üniversiteden sonra çaylak yılını anlattığı öykülerden bir kitap bastırmış, sonra savaş haberciliği yaparak yıldızını parlatmış. Sinclair Lewis bir metninde “maceracı” ve “ilgi çekici” demiş Davis için, değişik bir adam yani. Şahit olduğu, gezip görüp öğrendiği meseleleri estetik niteliğini gözettiği yazılarla anlatmış bu metninde olduğu gibi, sıkı yazar aslında. Paris’i Pensilvanya doğumlu bir New Yorker nasıl görürdü, neyini anlatırdı, kendi şehriyle nasıl kıyaslardı, açık açık görebiliyoruz ki bütün tuhaflıkları ve güzellikleriyle önümüze seriliyor Paris, üstelik 1900’e az kala, en civcivli zamanlarından birinde. Bir dönem yaşadığı, önemsiz bulduğu bir sokaktan başlıyor anlatmaya Davis, o sokaktaki evlerin önünde kapıcılar oturmazmış ama sakinleri çok severmiş orayı, üstelik Alfred de Musset o sokaktaki evlerden birinde yaşamış bir süre, o evde ölmüş, tabela çakmışlar binaya. “İnsanlar durup bu yazıyı okuduğunda hepimiz memnun oluyorduk. Bunu caddemizin önemine gösterilen bir saygı addediyorduk, sanki bu deha ile aramızdaki komşuluk ilişkisi bizim bireysel saygınlığımızla da alakalıymış gibi o tabelaya ve o eve özel bir ilgi duyuyorduk.” (s. 9) Pek bir şey yok başka, oturup camdan bakınca birkaç insan belki: sakat kızıyla yaşayan adam yalnız kaldığında hayalet gibi dolanıyor evinde, acıya dayanamayıp taşınıyor muhtemelen, evin kendisi hayalet artık. Herkesin merak ettiği kadın Davis’in evinin tam karşısında yaşıyor, oraya ait olmadığını gösteren süsü püsü, gülümsemesi düşmüş bir hanedanın üyesi olduğunu mu gösteriyor ne, herkes hikâyeler yazmaya başlıyor kadınla ilgili. Başka kadınlar demir korkuluklu balkonlarından sohbet ediyorlar, omuz hareketleri Davis için ilginç: “Fransız olmayan bir kadın omuzlarını silktiğinde vücudunun kalçalarından itibaren bütün üst kısmı yukarı kalkar ama Fransız kadını bu milletin karakteristik bir özelliği olarak benimsediğimiz kelimelerle ifade edilemeyen o hareketi yaptığında sadece omuzları ve kolları oynar.” (s. 11) Sokaklar, mimikler, jestler, beden hareketleri, yiyecek içecekler, mesela eve dönerken francalasını sıkı sıkı tutan kadınlar ve bulvarlar, insan sevenler için keşfedilecek çok şey var. Bir saat oturmak yeterli Davis’e göre, kafede içkisini üç saatte bitiremeyen insanlar, kapının önünden geçenler, herkes bilir, öğrenir birbirini orada, yorulmak için gerçekten aksi biri olmak gerekir, sadece Parisliler bıktığına göre Parisli olmak. Kadınlar bir hafta gezinseler bütün bulvarca tanınırlar artık, bıyıklı kadınlar, tuhaf elbiseli olanlar zaten tanınır ama yabancılar için süre bir haftadır, ziyaretçiler bir hafta boyunca o yorgunluğu göze alabilirlerse sabahı ederler, eğlenceden dipleri düşer. Davis’in şahit olduğu: New York’tan gelen bir grup şaşkın şaşkın bakınıyormuş etrafa, Broadway’de aynı şekilde sabaha dek siyah bira içebileceklerini, şahit oldukları kültürü memleketlerine götürebileceklerini söylemiş biri, o kadar akıl dışı bir öneriymiş ki tayfa hemen dağılmış! Champs-Élysées bambaşka bir dünya, buldoglarıyla dolanan kadınlar köpeklerini karıştırır, at arabaları iç içe geçer, kadınlarla erkekler mesire yerlerinde olduğu gibi bir mendil atmazlarmış birbirlerine, rengârenk bir ortam. İnsan Paris’te Champs-Élysées’yi görmeden aylarca yaşayabilirmiş ve yine de bütün şehirlere tercih edebilirmiş Paris’i, gösterilerin provalarını izlemek bile bütün akşamları doldurabilir. Bazı tiyatrolar provaları halka açarmış, Davis’in gittiğine iki jandarma da gelmiş, her an gerilip yumuşayabilecek bir atmosfer. “Paris sokaklarını güneş doğarken gezene kadar buraları gördüğünüzü söyleyemezsiniz; herkes bu sokakları geceleri görmüştür ama sokakların en iyi halini gördüğünüzü iddia etmeden önce onların gece ve gündüz hallerindeki değişimlerini görmeniz şarttır.” (s. 31) Düellodan önce efektli mefektli halini görüyoruz ama son filmde John Wick şöyle bir bakıyor, Winston gösteriyor daha doğrusu, ne kadar güzel bir gündoğumu o şahit oldukları! Şehrin sokakları birer birer aydınlanıyor, binalar yükseliyor adeta, taş güzellik.

Amerikalılar sosyal başarı veya demiryolu hisseleri satmak için Londra’ya, sanat uğruna Roma’ya, müzik eğitimi almak ve tasarruf etmek için Berlin’e; ama eğlenmek için Paris’e giderler.” (s. 36) İngilizler pek o kadar kibar değillerdir, Fransızları tokatlayabilecekleri fikriyle yetiştikleri için kaba davranırlar, üstünlük kurarlar ama Amerikalılarda öyle bir tavır yoktur, kendi köklerine ve halkına dönüyormuş gibi gider Paris’e. Üç haftadır uyumadığını söyleyen adamı anlıyor Davis, iyi bir turist Eiffel’i ziyaret ettikten sonra akşam yemeğini nerede yiyeceğini, nerede eğleneceğini ve uyuyacağını bilir. Yine bir tanıklık: Harvard mezunu bir genç gelmiş önceki yaz, o sıra Sarah Brown Devrimi diye bahsedilen ayaklanmalar varmış. Başka bir şehirde kenarda durup izleyeceğini söylüyor Davis, oysa Paris’te ilk kez bir barikat kurmuş genç, Harvard Fransızcası ile heyecan verici bir konuşma yapmış, öğrencileri örgütlemiş, sonra polisin copu kafasına inmiş ve dönüş tarihine dek hastanede kafası sargılı şekilde yatmış ama Paris’in gördüğü en güzel yer olduğunu söylemiş uzun zaman. Şehrin çekiciliğinin yanında insanları da çekici, bir Amerikalı sirkin birinde yapılmayacak bir hareket yapmış, tehlikeli hareketi gören seyirciler alkışlamışlar ve mekânın sahipleri adamı tebrik edip faytonla evine göndermişler. Başka bir şehirde görevlilerce alelacele derdest edilip polise verileceği kesin. “Paris’te neredeyse hiç gecekondu yoktur. Tehlikeli sınıflar, dünyanın herhangi bir yerinde görebileceğiniz kadar fakir ve acımasız dilenciler ve serseriler ordusu vardır ama Parisli suçlunun bir çevresi, ortamı yoktur. Rolünü Londra veya New York suçluları kadar etkili bir şekilde oynar fakat uygun bir suç mahalli ya da mekanik silahları yoktur.” (s. 41) İlginç, o romanlardaki uçsuz bucaksız yoksul topluluklara ne oldu acaba, toplandılar mı bir ordu ediyorlardı. Sokaklar bakımlıymış ve canavar gibi ışıklandırılmış gerçi, o aydınlığın altında kimse kalmıyordur. Sonra mekânlar geliyor, müdavimler, ilginç olaylar, Davis sıradan anlatmaya başlıyor kafeleri. Sahnedeki sanatçılara muameleler ilginç, mesela hiçbir ülkede sanatçının o kadar alkışlandığını görmemiş Davis, gerçekten kıymet veriliyormuş sahneye çıkanlara. Diğer yandan birbirlerini tutan seyirciler sahnedekini bozmaya da çalışıyorlar, misal o gecenin yıldızı, seyirciler arasındaki bir adamı mı reddetmiş, bir şey olmuş, adam sürekli laf atmış sahnedeki kadına. İşini yap, sus, görmezden gel, kadın kendi kendine söyleniyormuş ama dayanamamış en sonunda, bir tahta parçası bulup küt diye indirmiş herifin kafasına. Pis şeyler söylüyormuş adam, ayıpmış ama seyirciler hemen ondan yana çıkıp kadını yuhalamışlar, indirmişler sahneden. Davis şaşırmış, mekândan çıktığında müdavimlerden biriyle konuşmuş, ertesi gün seyircilerin o kadını daha çok alkışlayıp bir nevi af dileyeceklerini söylemiş müdavim. “Bir gece Ambassadeurs’da, Duclerc şarkısının ilk bölümünü bitirdiğinde, ön tarafta oturan bir adam aniden ayağa kalktı ve ona hakaret etti. Aynı kelimeleri bir Amerikan veya İngiliz tiyatrosunda kullansaydı, en yakın orkestra üyesi adamın kafasına bir tane vurur ve sonra da onu tiyatrodan atarlardı.” (s. 59) İnsanların giyinişi çaça, hal tavır oldukça rahat, dostlukların kolaylıkla serpilebileceği samimiyet hemen kurulabiliyor, kısacası Paris kaynıyor, insanlar eriyip gidiyorlar orada, şehrin kendisi oluyorlar. Davis bir rüyayı yaşamış gibi anlatıyor o günleri, meraklısı kaçırmasın.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!