Matbuata dair kısa vadeli dertler var, basın politikasına dair yıllara yayılan korkutucu gelişmelerin eleştirileri var, Tuncay Birkan yelpazeyi geniş tutarak Karay’ın gazetecilikle ilgili yazılarını genişçe derlemiş. İlk bölümden birkaç örnek: “Bn.” ve “By.” eklemeli isimlerin yanına, hırsızlarla namusluları bu yolla ayırmalı. Tutuyor bu, ardından sarakaya alma, iğneleme amacıyla kullanılıyor, “Bay” Ataç bir meseleden “Bay” Kudret’i eleştiriyor mesela. Soyad da kullanılmalı, Yenikapı’da Şoför Ali’nin yaptığı kazadan sonra milleti yok yere telaşa düşürmemeli. Türkçe bilmek başta geliyor, muharrirler Türkçeyi iyi bilmedikleri için pek çok hataya sebebiyet veriyorlar, Karay’ın gözü kanamış bu yüzden. Art niyetli davranan gazetecilere çok çıkışıyor Karay, demek istediğini evirip çevirip başka yere çekenlerden şikayet ediyor bir iki yazıda. Kaynayan bir basın var o dönem, İkinci Dünya Savaşı’nın da etkisiyle gazetecilik evrim geçiriyor, basamakları görebiliyoruz. Bilgi odaklı bir gazetecilik yerleşmeye başlıyor, günün yirmi üç saati gezip gören, bir saatini yazmaya ayıranlar yirmi üç saat boyunca malumat toplamaya çalışıyorlar artık, yabancı haber ajanslarının telgrafla yolladıkları bilgileri hızlıca değerlendiriyorlar. “Artık, aradığımız üslûp güzelliği ve parlaklığından fazla olup bitenlerin komprime şekline sokulmuş özüdür ve kalem hüneri, edebiyat süsünde değil, topladıklarını kısaltma keyfiyetindedir.” (s. 59) Gazetecilikle edebiyatın yolları ayrılmaya başlamış, laf cambazlarının son temsilcilerinden olan Karay yavaştan el sallamaya başlıyor eski gazeteciliğe. Yenileri uyarmaktan geri kalmıyor, halkın yararını gözetmediği bir yazısı yok. Mesela ajanslar haber geçiyor da İngiliz prenslerinden birinin tırışka bir etkinliğini haber yapmanın anlamı yok, gelen her veriyi kullanmamak gerektiğini söylüyor Karay, bir de çevirilerden yakınıyor ki muhtemelen haklıdır, kötü çevirilerin yanında bazı sözcüklerin nasıl yazılacağı bilinmediği için tuhaf tercihler, sözcükler çıkıyor ortaya, fena. Ucuz kurguların gerçekmiş gibi sunulması bir başka mesele, Hitler’i ziyarete gelen krallardan birinin yanında içki şişesi varmış da toplantı odasına giderken röntgeni(?) çekilen kral hemen durdurulmuş, şişenin şişe olduğu anlaşılınca salınmış, fasarya. İnanmamak lazım, kurmaca olarak değerlendirilmeli de okur böylesi bir eğlence şeklinden bihaber, bilgilendirilmeli. Yanlış haberler baş belası, verilen birkaç örnekte bazı kurumların karalandığı görülüyor. Koordinasyon sağlanmamışsa haber teyit edilmemiş demektir, dolayısıyla yanlış bilgi içermektedir, dolayısıyla olmaz öyle şey. Fıkralardan da illallah, bitmiş neyse ki. 1940’lardan önce yazılara mutlaka bir fıkra konurmuş ama Nasreddin Hoca, Hacı Bektaş falan tükenince bir fıkralık kısmı doğru düzgün doldurmaya başlamış yazarlar, tabii eveleyip gevelemiyorlarsa. Başka bir kitabında bahsediyordu Karay, masanın başına oturup da yazacak bir şey bulamayınca otobüsten, tramvaydan manzaralar sunarmış yazarlar, o gün yaşadıklarından bahsederlermiş. Kendisi yapmıyor değil, Oktay Akbal başta olmak üzere pek çok köşe yazarı da yapıyor bunu, genelde bomboş yazılar çıkıyor ama ekmek parası, bir şekilde doldurmak lazım günü. Başka bir arıza, fotoğraf meselesi. Üç beş güne yayılan bir hadise var, ünlü kişiler karışmış hadiseye, her gün koca koca fotoğrafları basılıyor. Gereği sayfayı doldurmaktır herhalde, Churchill’ın hep aynı fotoğrafını basmak zaten sıkıntılı da Churchill yani, o kadar meşhur bir kişinin fotoğrafını her gün koymaya lüzum yok. Alacalı bulacalı kapaklar, özellikle kitapçıların raflarında yer alan yayınlara yuh, dikkat çekmek için çıbık renkler kullanmak nesi? Zevksizlik abidesi. Şöyle basit, halk tipi mecmualar çoğalsa mesela, “kimin nesi birinin fesiyle pişpirik oynamış” tarzı magazinel haberler yerine dünyadan ilginç gelişmeler yayılsa ne güzel olurmuş, Batı’da pek çok örneği varmış bu türün de bizde pek bilinmiyormuş. Dikkat çeken, ilginç olaylar yer almalı böyle yayınlarda, mesela Fransa’da bir adam bir kadına haremde yaşaması gerektiğini söylüyor, mahkemede haremin sözlükteki karşılığını söyleyerek yırtmaya çalışıyor ama hakim yemiyor, Batı’daki anlamıyla haremin genelev anlamında kullanıldığına kanaat getirerek basıyor cezayı, böyle haberler hem halkı bilgilendirir hem de dünyadan geri bırakmaz. “Yeni zamanın okuryazar, orta sınıf, halk tipi mecmuası bunlardır, bunlar olacaktır. Derin bilgiye lüzum göstermeden umumî malûmatımızı arttırmağa yaraması bakımından böyleleri, yalnız renkli kapağa, çıplak bacağa ve allıklı dudağa güvenen içi boş yahut ukalaca yazılarla lüzumsuzca dolu dergilerden elbette faydalıdır.” (s. 129) Çocuk dergileri de faydalıdır, Karay kendi çocukluğunda okuduklarını anlatarak mini mini yavruların hayal dünyalarını genişletecek eserlerin meydana getirilmesi gerektiğinden bahsediyor, gördüğü lüzum üzerine eksiklikleri giderecek yenilikleri ilgililere duyuruyor, süper olay.
Dönemin sorunlarına bakalım, Levent Cantek ve Tuncay Birkan önsöz mahiyetinde yazdıkları yazılarla özetlemişler. DP ve CHP dönemlerinin dertleri başka, Karay 1950’lerden itibaren DP’nin basın politikasını övmeye başlıyor ama uzun sürmüyor bu tutumu, basının zincire vurulmasına neden olacak yeni kanunlara karşı. Temkinli tabii, sürülmesine yol açan sivriliğini törpülemiş ama korkmuyor, usulca iğneliyor siyasetçileri. Savaş dönemindeki bir uygulama çok acayip, halkın morali iyice cortlamasın diye intihar haberlerini yasaklamışlar. Şöyle ucubeler çıkıyor ortaya: “Ertağ Cayölü yere düşürdüğü bıçağın üzerine kapaklanınca tam kalbine isabet eden sivri uç yüzünden hayatını kaybetmiştir.” İntihar yok ama var, okur hemen anlıyor, öyleyse bu yasağın anlamı? Cantek’e göre sansürden bahsetmeden bahsetmek Karay’ın yaptığı. Üç gazeteci Meşrutiyet zamanında enselerinden vurulmuş, pek çok gazeteci sürülmüş, rejim değiştikten çok sonra Atatürk’ün kişisel affına dahi güvenmiyor Karay, genel af çıkana kadar Suriye’de kalacağını söylüyor, öylesi bir temkin. Haliyle açıktan açığa eleştirmeye gücü yok, ya ironi yapıyor ya da kısık sesle söylüyor söyleyeceğini. Övgülerle dengeliyor da, misal gazeteciler için inşa edilen bir mesken var, birkaç yazının konusu. Yine Cantek’e göre cemiyetin başı olarak Menderes’le görüşmeleri yürüten Karay’a milletvekilliği teklifi gelmiş de ustalıkla savuşturmuş Karay, politikaya atılması durumunda geçmişi eşeleyecek çok düşmanı var. Bir örnek Halide Edip Adıvar: Vedat Günyol’un anlattığına göre o dönemde eleştirilerini sertleştiren Adıvar’a DP’liler “ihanetini” hatırlatmaya başlamış, Adıvar da onların ne zırtapoz olduklarını bildiğini söylemiş, konuşursa fena olurmuş. Böyle şeyler. Bugünün dertleriyle hemen hemen aynı aslında, birileri bir şeyler anlatmaya başlasa çok fena olacak ama kimse bir şey anlatmıyor, dezenformasyon var, gazeteler kapatılıyor, bir dünya şey. Markopaşa‘ya hiç rastlamadım bu yazılarda, Karay’ın mevzular hakkında ne düşündüğünü merak ettim. Aslında çoğu gazeteden, dergiden bahsediyor ama övdüklerinin dışındakilerin adı hemen hiç yok. Kalem savaşı başlatmak istemiyor belki. Zamanında çok savaşmış da başına olmaz işler gelmiş, kendisini fiştekleyenlerin ortadan toz olduğuna değiniyor uzunca bir yazısında. Devlete karşı doldurmuşlar, Karay sürülmüş, dolduranlar devlet kademelerinde yer bulmuşlar sonra. Jübile olayıyla bitireyim, meslekte ellinci yılını dolduranlara ödüllerin verileceği bir organizasyonu eleştiriyor Karay, kırk sekiz yıldır eline kalem almayanların ödüllendirilmesini doğru bulmuyor. Elli yıl bilfiil gazetecilik yapanlarla yazmayı çoktan unutanlar bir değil, mesleğin itibarı mühim. Bu yüzden devletin vergilendirmede adil olması, gazetecilere ulaşım başta olmak üzere pek çok konuda kolaylık sağlanması lazım, paranın hükmü buharlaşırken iş yapmak zorlaşıyor.
Alıntıyla bitireyim: “Orta halk seviyesine bile erememiş bilgisizlikler kullanıp rengârenk ilâvelerle göz boyayacağımıza kaliteli gazetenin evsafını temine çalışalım. Okuyucularımıza karşı mahcup düşüyoruz.” (s. 237)
Cevap yaz