Karay’ın 1956 ve 1957 yıllarında yaptığı iki seyahatin yazıları var bu kitapta, günlükle gezi yazısının karışımı olan bu yazılarda Kuzey ve Batı Avrupa’nın en şık yerleri var. Karay kenara köşeye pek gitmeden ortada ne varsa anlatıyor, memleketimiz için yol haritası belirliyor adeta. Limanlar pek düzenlidir mesela, iş güç hemen halledilir, bize de öyle limanlar lazımdır ki Karay bilir, yoldadır, bu yüzden mevcut hükümete tam destek verdiğini söyler. Nereye giderse gitsin lokantalarda porsiyonlar bir insan evladının yiyemeyeceği ölçüde boldur, oysa bizim lokantalarda masadan yarı aç kalkılır, kuş kadar bir yemek getirilir, inşallah bu da düzelecektir. Sokaklar tertemizdir, parklar yine öyle, bizde Gülhane’nin pisliğinden geçilmez. İnsan meselesidir, Avrupa’da tek insan, tek zihniyet vardır, bizdeki gibi bölünmeler yoktur zira köyler bile şehir gibidir, onların köy evleri bizdeki villalara denktir. Kırsalın her yerinde büyükbaş hayvanlar, sürülmüş tarlalar çarpar göze, Avrupa insanı boş durmaz, çalışır da çalışır, milletimizin Avrupalılardan öğreneceği şeylerden biri de çalışkanlıktır. Çoktur mevzu, Hanneke van der Heijden önsözde teker teker ele alır, Karay’ın Batılı meslektaşları gibi kendini ön planda tutması Flaubert gibi pek çok yazarın gezi yazılarındaki üslubu kullanmak demektir misal. Yanında oğlu Uğur da vardır ama oğlundan iki kezcik bahseder sadece, önsözde yazıldığı gibi bir kez değil. Toplumsal yaşamın görünür kısmı esastır, siyasi durumlardan, ekonomiden hiç bahsetmez Karay. Bahseder gerçi, Portekiz’e gittiği zaman Salazar’ın zenginlikle donattığı ülkeyi över de över, hatta pek çok yasağı da makul bulur çünkü her diktatörün bir yoğurt yiyişi vardır ona göre. Sonradan öğrenmiştir, Portekizli bir gazeteci görünürde her şeyin dört dörtlük olduğunu, aslında sınıflar arasındaki uçurumun giderek büyüdüğünü söyler ama inanmaz görünür, madem halk rahatsızdır, öyleyse neden biber gazları patlamamaktadır? Demek ki yolunu bulmuştur Salazar, milletin gönlünü hoş tutmaktadır. Bu kadar zeki bir adamdan böylesi tırt yorumlar çıkması sinirlendiriyor biraz, Karay aslında bu kadar kalas değil ama görmek istediğini görmekten başka bir şey yapmıyor ne yazık ki. Gerçi Fransızcası var bir, bu yüzden kimseyle konuşamıyor ve rehberinin peşinden ayrılamıyor, yoksa “perdeleri açık evlerde mutluluk içinde yaşayan” Hollandalıların ne sıkıntıları çektiğini öğrenmek isterdi zannediyorum, Danca yazan birçok meslektaşı o dönemi “bunalım yılları” olarak görürmüş. Yolculuk yazılarında Avrupa’yı olduğundan daha medeni görmüş Karay, van der Heijden’in yorumu bu yönde. Devam, karavanları gördüğü zaman güzelliklerine hayran kalıyor, bizde lazımlığın dahi sergilendiği araçların ilkelliği yerine bu tür medeniyet araçlarından faydalanmamız gerektiğini söylüyor. Otellerin temizliği dillere destan, insanların arkadaş canlılığı muazzam, Avrupa önümüzde bir model olarak duruyor Karay’a göre.
İlk gezisinde yazdığı yazılar daha kısa, anılarla daha bir dolu. Eskiden şehir hatları vapurlarından başka Türk bayrağı taşıyan bir teknenin hasretini çekerlermiş, harp ve ticaret filosu yokmuş, Haliç köhne tekneler mezarlığıymış, Mudanya’ya Yunan bayraklı ufacık vapurlarla gitmekten başka çareleri yokmuş. Abdülhamid’in mesulüymüş bunlar, ilerleyen bölümlerde padişaha daha uzunca, sağlam bir giydirecek Karay. Yola çıksın bir, Ankara vapuruyla yola çıktığı zaman Marmara’nın güzelliğini anlatıyor önce, Cenap Şehabeddin’in süsleye püsleye kıymetini eksilttiği Hac Yolunda‘sını anıyor. İlk gezisi değilmiş bu, 1900’lerin başında yine gemiyle Avrupa’ya gitmiş ve memnun kalmış, elli yıl sonrasının yolcularını beğenmiyor. “Artık vapurlar ancak eğlence ve istirahat maksadiyle sizlerin seçtiği bir nakil vasıtası olmuş. Böyle olunca da yolcu şımarmış, en ufak sıkıntıya ve kusura dayanamıyor. Hepsinde müstebid bir kral ve kraliçe ruhu uyanmış. Memnun etmek de güç!” (s. 34) Kendi insanından lafını zerre esirgemiyor Karay, geri kalmışlığın sebeplerinden birini doğrudan göstermese de üstü kapalı söylüyor. Şu da var, ilericilik konusunda kerpiçten ziyade betona ağırlık verilmesini önemli buluyor. “Her ne pahasına olursa olsun beton mamurluğunu durdurmamalıyız.” (s. 35) Grek mimarisinde beton var da bizde niye yok, Karay’a göre olmalı ama bu kadarını istemeyeceğini sanabiliriz, son durumu görseydi, “Kafanıza da doldurun demedim şu mereti kerkenezler!” derdi. Geçtik bizim diyarları, Akdeniz’de biraz ilerleyip Girit’i ve kısa süre önce paraşütlü Alman askerlerini andık, sırada İtalya var. Napoli’de siyah renkte yaprak sigaralar varmış eskiden, artık yok. Kahvelerde kimse sigara içmiyor, kül tablaları tertemiz, sokaklarda tütüncü diye bir şey yok. Ekmekler süper, hürriyet de öyle, bir de sigaraları olsa tam olacakmış. Şu kadın cavcavlığı olmasa Karay da tam olacakmış, deniz tutulmasına yakalanan kadınların irade zaafı yüzünden perişanlığa düştüklerini, “inkılâbımızın çok geciktiği” için böyle olduğunu söylüyor. Derin bir nefes, Karay yoluna devam ediyor, Barselona’ya varıyor. Napoli’deki gibi fazla para koparmaya çalışan taksiciler yok, esnaf indirim yapmaya meyilli, hanutçular yok ortada, dilenciler ön kesmiyor. Barselona’da her şey kıyak, yeterince övgüden sonra Paris’e gidiyoruz ama trenle. Çok rahat gidiliyor, vagonda yazı yazmak mümkün, “pirinç üzerine Yasin” yazmaya müsait bir konfor, tünellerden geçerken kömür kokusu duyulmuyor, dumanlar bembeyaz. Norveç’e geliyoruz, Hollanda’yla birlikte Karay’ın en sevdiği memleket olsa gerek. Gemiden iniyorlar, gayet medeni bir şoföre denk gelince gezmeye çıkıyorlar, dönüşte vapurlarının yanaştığı rıhtımı hatırlayamıyorlar ama şoför var iyi ki, yanındaki gazetede yer alan “Liman Haberleri” sütununa bakınca gemiyi, limanı şak diye buluyor. Gazeteleri, şoförleri, ülkeyi ıslah etmek lazım, buradan çıkan ders. Kopenhag neymiş öyle, Paris’in bir küçüğü ama daha temiz, daha yeşil, daha zevkli. Bir dünya park var, mağazaların vitrinleri göze bayram ettiriyor, otomatik satış makineleri büyük yenilik. Danimarka konfor ve kolaylık memleketiymiş Karay’a göre, zengini varmış ama fakiri hiç yokmuş, tek kişi para sıkıntısı çekmiyormuş. Karay’ın nereleri şişirdiğini anlıyorsunuz da Hamburg’u gezerken söyledikleri açık ediyor zaten: “Evet, Hamburg bir heybet şehri. Şu var ki, gördüğümüz nazik muamele ve sıcak kabul öylesine candan idi ki, mâneviyatımız yükseldi. İlk defa olarak ihlâs ve samimiyet içinde ahali ile burada kaynaştık. Gerçekten de dost bir memlekette bulunduğumuzu anlamanın keyfini Hamburg’da sürdük.” (s. 48) Dişini pek iyi şekilde yaptırmasından da belli, denk geldiği yaşlı doktorun İran ve Türkiye’de savaştığını öğrenen Karay için büyük nimet bu, hemen muhabbet kurup övülecek bir şeyler çıkarıyor.
1957’deki gezilerden de az bahsedeyim, İskenderun’a uğrayan Karay’ın orada memleketi mamur etmeye çalışan işçilerin halinden yakınması nadirattan. “Hapçılar” denen bu işçiler tozun toprağın içinde çalışıyorlar, maske takmıyorlar, gemiler yükledikleri maden cevherlerinin tozunu dumanını soluyorlar bir güzel. “Hamleci hükümete” hak veriyor Karay, “sinaatsiz memleket” faciası sona erince ortada ne hapçı kalacak ne amele. Çok seviyorum Karay’ı, baktığı yerde kuşlar böcekler uçuşuyor, çiçekler bitiyor. Neyse, Avrupa limanlarının civarındaki gösteriler pek hoşuna gidiyor ve kazasız belasız eğlendiği için şükrediyor, bizde olsa mekanda mutlaka bir kavga çıkar da birilerinin kafası kırılır, dönüşte taksiciyle bir münakaşa yaşanır, oralarda öyle şeyler yaşanmıyor. Erotik hadiselerin döndüğü mekanlaraysa hiç girmiyor, mide bulantılı tecrübesini hemen geçiştiriveriyor. Çıplaklık kötüymüş ama takım taklavat iyice ortaya çıkınca ister istemez bakıyormuş insan, vay Karay vay.
Hoş yazılar, Avrupa’yı Karay’ın gözünden görün.
Cevap yaz