Refik Halid Karay – Atatürk’e Eğilen Bir Sürgün

Karay’ın yazılarını iki gruba ayırabiliriz, ilk grupta Mustafa Kemal Atatürk’e duyduğu saygının çeşitlemeleri yer alır, ikinci grupta 1946’dan 1956’ya demokrasinin sürünme biçimleri. Güncel sorunların irdelendiği yazılar üçüncü bir grup belki, özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında yazılanlar. İlk gruptakiler usturupludur, Cumhuriyet’e övgüler, inkılâplara övgüler, 10 Kasım yazıları ayarındadır, biri hariç. Atatürk saati soruyor son kez, Karay’ın cevabı: “Asırların yapamıyacağı işleri saatlere sığdıran ey Apollon vücutlu ve Küpidon bakışlı yirminci asır Herkül’ü! Saatin geldi. Zaman ölçüsünü hiçe saydığın ve birkaç asrı birkaç yılda aştığın için vazifeni tez bitirdin, vakitsiz gidiyorsun!” (s. 148) Basbayağı uçuk, anlaşılabilir fakat: günah çıkarma yok, gönlün teli dımlıyor burada. Hiç görmemiş Atatürk’ü Karay, sesini duymamış, buna rağmen öksüz kaldığını hissediyorsa Atatürk’ün yanındaki bahtiyar insanlar kim bilir ne acılar çekmişlerdir, hayal edemiyor. Murat Belge’nin hoş bir yazısı var başta, yürüttüğü fikirleri Karay’ın diğer kitaplarında yazdıklarından somutlayabiliyoruz, yani İttihat ve Terakki’nin devamı niteliğindeki bir hareketi lanetlemiştir Karay, Mustafa Kemal’i tanıyınca durumun düşündüğü gibi olmadığını fark etmiştir, Belge’ye göre 1926’daki suikast girişiminden sonra. Dönemin gazetecilik anlayışı hakkında kuş kadar bilgim var ama şöyle akıl yürütüyorum, Karay resmen üfürme olan teknolojik gelişmeleri süper gerçeklikler olarak yazabiliyor köşesinde mesela, eh, kaynak az olduğuna göre eleği sallasa da üstte kalanları görmekte sıkıntı yaşıyor. Kırılma tarihlerini, ayrıntıları bilmiyorum da Anadolu’daki direniş hareketinin İttihatçı damardan beslendiği kadar ayrıştığı bellidir. Değil midir? Karay zeki adam, en azından iyice bir soruşturması gerektiğini kesin Aydede‘deki yazılarını düşününce. Belge’nin açıklaması: “‘Sağduyu’… Birçok alanda olduğu gibi siyaset alanında da Refik Halid yolunu şu ya da bu siyasî öğretiye bakarak değil de, bildiği ‘sağduyu’ya bakarak çizmiştir. Bunu bir övgü olarak söylemiyorum. Pek çok durumda böyle tanımlanarak benimsenmiş tavırlar facia olmuştur. Çünkü ‘sağduyu’ denilen şey de kendini üreten bir entelektüel cevher değildir; içinde oluştuğu toplumun, toplumsal ideolojinin biçimlendirdiği bir şeydir. Çok zaman, ‘öğreti’yi reddedip ‘sağduyu’ denen ‘anonim bilgeliğe’ yönelmek faşizan pozisyonlara sürükleyebilir. Ama Refik Halid’de bunlar olmamıştır.” (s. 26) Gülümsedim şöyle bir, Belge’nin pozisyonlarını düşününce. Karay’ın siyasî bir deha olmadığını söylerken haklı, Kore Savaşı’yla ilgili yazıda besbelli. “Acaba?” diye sormadı mı sormuyor Karay, soru yerine hüsnüniyetini konuşturuyor. Yazının başlığı “Karşılık Beklemiyoruz”, Türkiye hiçbir karşılık beklemeden yollamış askerlerini Kore’ye, karşılık bekleseymiş fedakârlığın değeri sıfıra inermiş. Bunun bir bedeli yokmuş, Türk kanı maddi menfaatler karşılığı dökülmezmiş, “bazan bilmeyerek yanlış şeyler yazıyormuş” bazıları. Falan pakta alacaklarmış, Amerika yardımı artıracakmış, deli reklam yapmışız askerlerle, böyle nispetsiz ve yersiz düşünceler olamazmış. “Türkiye’yi Atlantik Paktı’na alsınlar diye Kore’ye asker gönderilmiş olamaz. Kore’de Türk askeri kahramanca döğüştüğü için faturayı dayayıp fazla yardım isteyen bir millet olamayız. Türkiye’ye reklâm, propaganda olsun diye de Kore’de savaşa katılmaya muhtaç bir millet değiliz. Tarihimiz askerî şan ve şerefle doludur.” (s. 326) Ne denir bilemiyorum, Varlık Vergisi bahsinde de benzer bir akıl tutulması var gibi görünüyor. İlgili kanunun çok “sert” olduğunu, bazı maddelerin değişebileceğini söyleyenleri eleştiriyor. Hayır, değişmeyecek, ne denmişse o uygulanacak, hacizse haciz. Ki hacizler başlayınca bir yazı daha, toplanacak eşyalar için devlet hiçbir yer tahsis etmemiş, adı geçen mekân onca eşyayı almazmış, bir şeyler yapılmalıymış. Başka bir yazı, Karay’ın dediği gibi olmuş gerçekten, kim bilir kaç meskenden toplanan eşyalar karmakarışık yığılmış, satın almak isteyenler şöyle gönüllerince gezinip bakamıyorlarmış. Kamplara gönderilenlerle ilgili hiçbir yazı yok, uygulamadaki aksaklıklar sadece. Eh, “sağduyu” bu kadar. Vurguncularla ilgili yazı çok, Karay bu vergiyi sadece vurguncuların verdiğini düşünüyorsa tamam. Millet kara tayına mahkum olmuşken bunlar fiyatları fişekledikçe fişeklemişler, refah içinde yaşamışlar, Karay öyle dertlenmiş ki devlet bunların peşine düşünce kitaptaki en uzun yazılardan birini döşeyerek yerin dibine sokmuş. Vitrinleri de eleştiriyordu, açlık kol gezerken onlar ne renkli manzaralarmış öyle, pilavların buharları tütüyormuş, etlerin bilmem nesi, olmazmış öyle şey. Belediyeye sallamak -Karay’ın da açık yüreklilikle belirttiği gibi hükümete giydiremeyince ilk adres belediyeler- para ediyor bazen, çarpıklıklar ortadan kaldırılıyor da yanlış politikalar yüzünden belediyenin de yapacakları kısıtlanıyor bazen, ödenek azlığı yüzünden İstanbul’un daha da cortlayacağına dair yazılar var, memurların aylıkları bütçeyi çok yorduğu için İstanbul gibi bir şehre o kadar para yetmezmiş. Memur sayısının fazlalığı mesele, memur alımının seçim vaadi olarak sunulması ayrı mesele, özellikle savaş zamanı üçün beşin hesabı yapılırken. İnönü’ye ayrı bir parantez açıyor Karay, teşekkür üzerine teşekkür ediyor çünkü yokluk bir şey, savaşın yıkıcılığına doğrudan maruz kalmak başka bir şey. Osmanlı’nın son dönemlerindeki savaşlar uzak olsun, memleket evlatlarını kaybetmesin, Karay’ın tek istediği bu. Bedeli çok daha hafiftir, kimse acından ölmez, tek yürek olunursa çayır çimen olur ortalık. Falan.

CHP’nin son zamanları, DP’nin ilk zamanları, hengâmenin orta yeri. Karıştırıyorum sayfaları, ortaya karışık: Komisyon üyelerine verilen huzur hakları, belediyelere alınan işçiler, milletvekillerinin emekli maaşları derken devletin bütçesine binen yükü kaldırmak mümkün değilmiş. “Meselâ, malî bakımdan çok zor durumda olan Kadıköy tramvay şirketine yeni giren idare meclisi âzaları ilk iş olarak aylıklarını yüz liradan beş yüz liraya çıkarmışlar. Her yerde icraat bu güzel şekilde başlıyormuş.” (s. 333) Yıl 1951. Atatürk’e sallamaya başlayanlara çatıyor Karay, Samet Ağaoğlu başta olmak üzere pek çok partiliyi eleştiriyor. Koruma kanununa karşı değil bu yüzden, hatta bir an önce çıkmasını istiyor. Bunların dışında çok şaşırtıcı benzerlikler var, örneğin başbakan yardımcısı fikir, söz, kalem hürriyetinin dünyada emsalinin olmadığını söylemiş, Türkiye dünyanın en hür memleketiymiş. Karay şaşkın, işçilerin bir miting yapmaları bile yasakmış memlekette, ne mene bir hürriyetmiş o öyle? Gazeteler tenkitlerinden ötürü askerî mahkemelere veriliyormuş, yazarlar hapse atılıyormuş, mecliste kanunların müsaade etmediği şeyleri yapmakta sakınca görmediğini söyleyenler varmış, gereken kanun çıkarmış sonradan, dert değilmiş. 1952’de oluyor bunlar, yetmiş yıl sonra da oluyor, hasılı bu ülke hep aynı şeyleri yaşama konusunda dünya şampiyonu falandır. Doğu illerinde halk silahla gezmeye başlamış o aralar, çok tehlikeli bir durummuş bu, “asıl tehlikenin Doğu’dan geleceği besbelli”yken neymiş o silahlanma öyle? Son bir alıntıyla bitireyim Memleket Yazıları‘nı, bu son kitaptı. Tuncay Birkan’a uzun ömür dilerim. “Her gün acayip bir Demokrat Partili zuhur ediyor. Kimi kadınlar kapansın istiyor, biri sinema haramdır diyor. Bazısı İnönü’yü öldürmeli diye haykırıyor. Şimdi de bir milletvekili çıkmış, Çorum kongresindeki delegelerin ‘İslamî metalibatı’nı hükûmet dinlemediği için kızıyor, Atatürk’ü, Millî Mücadele’yi, inkılâpları ‘dans etmek, güzellik müsabakası tertiplemek’ sanıyor. İnkılâp denilen eserlerin bu gibi havailiklerle alâkası olmadığını, Atatürk inkılâplarını milli istiklâl ve hâkimiyet, kadın hakları, Medeni Kanun, din ile devletin ayrılması, yeni alfabe gibi muazzam eserler teşkil ettiğini bilmiyor.” (s. 363) Okullardan matematiğin kaldırılmasını isteyen var, yerine Arapça konacakmış. İhtilal mahkemelerinin kurulması mı söz konusu olmuş acaba, Karay o bahisleri açmamanın, kurcalamamanın daha iyi olacağını söylüyor. Sağduyu.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!