Pierre Charras – İyi Geceler Tatlı Prens

Yas metinleri. Tunç Bey‘i tek geçerim, şimdiye kadar okuduklarım arasında en iyisi. Kaygılı ve dirençli baba, yaşamdan ötürü kaygılı ve babalığından ötürü dirençli, tek beklentisi oğlunun utandıracak bir şey yapmaması. Yaşam alanı yaratıyor, kolluyor da oğlunu, olup biteni gözlemliyor, dokunuşları sakınımlı, belli belirsiz ama ağaçlar gibi ayakta, derinde kökü. Yıkıldı, yankılanır orman. Oğlan. Metnini yazar, babasının anısına. Babayı nasıl yaşatmalı, yazarak. Annem için bir metnim var, yazılmayı bekliyor, aslında ölümü. Utanmalı mıyım, utana utana yazmalıyım çünkü çoktan kurdum, başı annemin çaresizliğinden, sonu da öyle. Çabalamayınca çaresizlik açığa çıkıyor, ışığın altında bir çaresizlik, sahneyi dolduruyor, annem yaşama teğet geçen koca bir çaresizlik olarak. Yas metni, hazır. Charras’ınkini okurken, diğer yas metinlerini okurken eksiltileni görmeye çalıştım özellikle, kişinin neyi yok meydanda, neyi var da örtük, neyi tamamen ortada, bakıyorum. Üslupta kapalılık, Orçun Türkay’ınkinde olduğu gibi, acının gizi sanıyorum, Charras’ın hikâyeleştirmesiyse bir seyrin izlenişi. Doğumdan ölüme yolculuk. Bu anlatıda baba çocukluğundan itibaren baba, zor yaşamca hemen büyütülmüş, savaşın da etkisiyle hızlı. Anlatıcı emeklilikten başlıyor, şehri çemberler halinde dolanan adamdan bir baba, hüzün, her şeye rağmen güzellik çıkaracak çünkü hayat üzse de çok güzeldir ya. Üzen hayat da değildir gerçi ama şehir, yürüyüş, hayal kırıklıkları hep onun bahçesinde gezinir, ondan. Emekli olunca gezinirmiş işte, suskunmuş, yemek vakti dönermiş tam, anlatıcıyla bu yüzden anlaşamazmış çünkü sürekli geç kalırmış anlatıcı, belki bir tepki. “O yıl, haziran ayının sonuna kadar bu şekilde yürüdü ve sonra, eylülde, onu bir daha gören olmadı. Sonbaharın serinliğinde, her gün iki posta yol kat etmeye yeniden başlar diye ümit ediliyordu. Ne var ki o, yaz tatilinde ölmüştü.” (s. 11) Anlatıcının kafasının içinde dolanmaya başlıyor adam, üniversitede ders anlatan oğlunu izliyor, her yere sızıyor. Görünmekten nefret edermiş oysa, oğlanın bir diğer tepkisi de bu mu, suyu dalgalandırmadan yaşayıp giden babayı görünür kılmak istiyor. Yürüdüğü sokaklarda çınarlar hatırlıyor onu bir, tamamen unutulmasın diye yazılmak zorunda. Doğumu: 1911’de, çift yumurta ikizi Joséphine’i tekmeleyerek öne geçiyor, on iki yıl boyunca güzel güzel yaşıyorlar ama tifo belası çalıyor kapılarını, Joséphine artık yok. Fotoğraflarda kalıyorlar, tam savaş yılları. Yan hikâyelerde dönemin toplumsal yapısını inceleyebiliyoruz, dağ köyünden savaşa giden on altı gençten on beşinin ölümü, Alexis Courdec’in dönüşü mesela, başlı başına öyküdür, toplumsal refleksleri gösterir. Ufacık bir sıyrık bile almadan dönmüş bu adam, sevinçle karşılanmış ama cozutmaya devam edince bıktırmış insanları çünkü kadınları ellermiş, içtiği zaman saatli bombaya dönermiş, şehre inip fahişelerle takılırmış, köy için yaka silkmelik biri. Savaş kahramanı olarak görülmüyor bir süre sonra, yalnız bırakılıyor, izole ediliyor adeta, köyün meyhanesinde canını sıkmamalarını söylemesi son bir çaba aslında, hayattan geçmemesi için çağrı ama kimse dinlemeyince asıyor kendini, böylece hem kendini hem köyü kurtarıyor. Batıl inançlar matrak, Courdec’in kendini eve kapattığını düşünüyorlar başta, gidip bakacaklar ama Couderc Ana’nın hayaletinin evde olduğunu, oğlunu dışarı salmadığını düşündükleri için aşağı kilisenin papazını çağırıyorlar, papaz da ne olur ne olmaz diye yanına uzun gümüş haç ve kutsal suyla dolu kova alıyor, bir iki asker de var yanlarında. Neyse, Courdec’in ölümünden sonra köyde kalmamaya karar veriyor anlatıcının babası, manyağın vatan kahramanı haline getirilmesi ve Tanrı’nın göklere çıkarılması(!) sinirlerini bozunca şehre marş. On yedi yaşında, araba tamircisi bir adamın yanına giriyor, işi öğreniyor, o sıra bir fahişeye âşık oluyor, hayatını mahvetmek pahasına tutuluyor kadına da terk ediliyor tabii. Büyük yıkım, onmadığını sezdirecek bir dolu ayrıntı var, anlatıcı hepsini fark ediyor. Hikâyeler iç içe geçtiği için hangi bilgiyi hangisiyle eşleyeceğimizi biz de sezgi yoluyla bulmalıyız, misal bu kavuşamama hikâyesinden yıllar sonra evdeler, baba sessiz, mutlu görünüyor, anne yemek hazırlarken ağlıyor sık sık ama mutluluk gözyaşları sanki. Öyle mi, anlatıcı öyle yorumluyor ama sevilmemenin döktüğü de olabilir, ayırt etmek zor. En azından anlatıcı mutlu, tek göz evlerinde huzurlu, babasının tuhaflıkları ve annesinin şefkatiyle büyüyor. Ders verdiğini gördük, nasıl okuduğunu da görüyoruz, baba motor ustasının yanından ayrılıp devletin kurumlarından birine kapağı atınca durumları düzeliyor biraz, oğlunun okumasını istiyor. Kendi gibi olmamalı oğlu, ağır ağır okumamalı, okuduğunu anlamak için kırk yıl düşünmemeli, aileden biri kurtulmalı yani. Bakaloryayı vermeli, bu yüzden çok çalışıyor, aşırı çalışıyor ama soruları görünce donup kalıyor, henüz o kadar olgunlaşmamış mı? Babasının hayal kırıklığı büyük, annesinin sessizliği yaralayıcı ama başaracağını biliyor çocuk, biz de biliyoruz ama nasıl başardığını görmüyoruz. Eksiltme, hikâyeden neyin çıkarıldığını mutlaka önemsemeliyiz, babanın mutlu olduğunu hemen hiç görmediğimizi düşününce çocuğun başarıları, eşin mutluluğu gölgede kalır elbet, baba sınırsız bir mutsuzluk. Kaygı da dedik, çocuk biraz büyüdüğünde parti çağı geliyor, 1960’larda gençler ateş, arkadaşlarından birinin verdiği partiye gitmek için babanın izni lazım. İlginçtir, gidebileceğini söylüyor baba, anlatıcı arkadaşının evine gidip biraz takılıyor, camdan dışarı baktığında gizlenmeye çalışan gölgeyi görüyor. Babası oraya kadar takip edip çocuğun iyi olup olmadığını anlamak istiyor. Anlaşılabilir diye düşünüyorum, savaşlardan çıkmış, ölümler görmüş bir adam, azıcık harlansa dünyayı yakacak bir toplumsal hareket var ufukta, üstelik maddi açıdan zor bir hayat, o zaman çocuğu kollamalı. Ne baba, böyle anılırdı anca.

Annenin yalnızlığına daha fazla yer ayrılabilirdi aslında, belki ayrı bir anlatı olarak yazmıştır Charras, yazmalı çünkü eşinin ölümünden sonra on yedi yıl yaşayan, ömrünün son günlerini huzurevinde geçiren, oğlunun kim olduğunu unutan, aşkını unutmanın eşiğinden geçirmemeye çalışan kadının mücadelesi de anlatılmaya değer. Baba henüz çırakken tanışıyorlar, kadın lise öğrencisi o sıra, âşık olduğunun farkında. Adam en az onun kadar âşık, bu durumda ayrılmaları mümkün değil. Bu yüzden mi eli sürekli eşinin eteğinin altına gidiyor adamın, anlatıcı etraflarındayken bile her an sevişebilecek durumdalar, muhtemelen. Fragmanlardan birkaç parça: anne hafızasını kaybetmiş iyice, yatıyor, anlatıcı yanına kıvrılıveriyor ve yüzünü yaklaştırıyor annesinin yüzüne. Kadın gözlerini açtığında parıltılar dökülüyor bakışından, karşısında tanıdığı biri var. Anlatıcı ürküyor, o bakışları daha önce görmüştü, annesiyle babası bakışırlarken. Başka bir parıltı, anne hatırlıyor uzun zamandan sonra, çocuğu var karşısında. Babasını da getirmiştir belki, soruyor. On beş yıldan sonra unuttuğu düşünülebilir, tozlu anılardan çıkarabildiğini çıkarıp anlatmaya başlıyor bir zaman, başka yan hikâyecikler. Hemen her açıdan görüyoruz ikisini de, anlatıcı yorumluyor: “Kurtulmuş olmalarına şaşarak, çene çalarak sokaklarda dolaşırlardı, ama gene de hep tetikte ve bir olay çıktığında tabanları yağlamaya hazırdılar, zira bir suikastın ardından rehine alınma tehlikesi daima vardı. Elbette ki, aşağı yukarı herkes gibi, işgalin sona ermesini tercih ederlerdi, fakat direnişçileri de terörist gibi görmeye yatkındılar. Madem her şeyi anlatmak isteriz, şunu da söylemek gerekir ki, sonuna doğru, Yahudilere yönelik kıyıcılık iyice yoğunlaştığında sarsılmışlardı elbette, ama aynı zamanda yakalarına sarı yıldız dikmek zorunda olmayışları rahatlatmıştı onları.” (s. 58)

Anne de öldükten sonra eve döner anlatıcı, ebeveyninden kalan anıları toparlar, eşyaları bağışlar, hatıraları alıp metnine saçar. Tahar Ben Jelloun’un Annem Hakkında‘sıyla birlikte okunsa iyi, saçışla ilgili.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!