Peter Bichsel’ın bütün metinlerinin Türkçeye çevrilmesi, tez basılması lazım. Aylak Adam birini basmış, piyasada yok. Yirmi yıl önce Ayraç basmış, Kabalcı basmış, o kadar. Frankfurt Dersleri kapsamındaki konuşmasını Ketebe bastı geçen aylarda, güzel ama bir yayınevi el atsa da derli toplu bir halde sıradan bassa keşke. İlginç öyküleri var Bichsel’in, öz farkındalıklı öyküler, üzerine kurulan anlatı ögelerini tepetaklak edip bambaşka bir yöne doğru ilerlemeye başlayan öyküler, çeşit çeşit. En başta Bichsel’ın öykü anlayışını kısaca ele aldığı bir bölüm var, anlatma geleneğinin devam ettirilmesinin yazı için temel amaç olduğunu söylüyor, insanların yaşamlarını sürdürmek için öykülere ihtiyaçları var, o zaman neden bir karakterin hikâyesini öyküleştirmeyelim, sonra o öykünün aslında o karaktere ait olmadığı ortaya neden çıkmasın, anlatıcının hikâyesi olduğu gibi öyküye neden dönüşmesin? Anlamlı bir yaşam öykülerle mümkün Bichsel’a göre, öyküler öykülerle mümkün, yaşamımız da öykülerimizi bir arada tutma çabamız üzerinden oluşuyorsa baştan başa öyküyüz, anlatılmalıyız, Bichsel’in karakterlerini anlattığı gibi. Karakter temelli değil bütün öyküler gerçi, çoğu kısacık olan öykülerden en kısası bir mağazanın varlığının düşünülmesinden öykü devşirme üzerine. Anlatıcı bir semti, bir mağazayı anar anmaz sırf bunun bir öykü olup olamayacağını sorguluyor. Son derece minimal. Hoş. “Şurada, Evinde Oturan Adam”a bakayım, amacına ulaşmış bir adam, oturuyor. Doksanını aşmış. Zengin, masasını iyi donatıyor. Yaşamını olduğu gibi biliyor, karanlıkta kalmış bir geçmiş parçası yok. “Şayet bu amacına ulaşmış olsaydı, o zaman bu bir masal olurdu; ne ki o, bu amacına ulaştı ve bu da bir masal değil.” (s. 13) Cümlenin anlamının oynaklığı bir yana, bütün öykü dönüp duruyor böyle cümlelerle. Kısa, eksen kaydırıcı. Babasının öfke nöbetleri üzerinde duruluyor genellikle, bu travmatik döngülere yol açıyor ama asıl döngüyü mutlak bir hakimiyet sağlıyor, karakter doksan yaşında, benliğine ve bilincine sıkı sıkıya tutunuyor, bıraktığı anda yok olacakmış gibi. Nispeten uzun bir öykü bu, kısalardan gideceğim. “Bir Kadın”, üç yaşında bir kadının saçını arkaya atma hareketini tüm yaşamı boyunca yapan Nora’nın kadın olmasıyla bitiyor, tip üzerinden oluşan insanın tipleşmesi. “Sağ Kalmak” da iyi, sekseninci yaşına girdiği gün bir şeyi unutmuş olmanın rahatsızlığını duyan adamın yirmi iki yaşındayken intihar etmeyi aklına koyduğunu öğreniyoruz. Başka bir öyküde en sevdiği bluzunun içinde ne kadar güzel olduğunu gün boyunca düşünen kadın, akşam olunca bütün bir günü kendine bakarak geçirdiğini fark edince ürküyor, yanlış hareket etmiş olduğunu anladığı için. Kendisini izleyen başka kimse yoksa da teselli bulamıyor. “Yanlış hareket” kısmı öyküyü açabildiğince açar, belirli jestleri yapmamasından ötürü rahatsızlık duymuş olabilir, gününü heba ettiği için üzülmüş olabilir, yorum okura kalıyor. Kısalık ölçüsünde yorumlama imkânı artıyor hatta, nispeten uzun öykülerde tahkiye, kur-boz-kur tekniği ön planda, kısalarda anlam arıyoruz, bulduklarımızla yetinmeyip daha çok anlam çıkarıyoruz, bu iş için elverişli bir kurmaca biçimi. “Adalet” parkta bir bankta oturan sarhoşun anlatıcıya sorduğu soruyla başlıyor, yirmi beş yıl önce karısını baltayla öldüren adamı hatırlayıp hatırlamadığıyla. Anlatıcı hatırlamıyor, sarhoş, “İşte o bendim,” diyor. Anlatıcı adamı yanlış anlamış olabileceğini düşünüyor, rahatsız oluyor. Son olarak “Uzun Bir Öykü”, Albert Ebenöther hakkında bir sayfalık giriş, uzunca, hemen ardından son. Bir öykü için yeterli.
Uzunlar. “Kehba”da Kuzey Alaskalı genç bir Eskimo var, karların içinde eski bir dergi buluyor, sayfaları karıştırınca New York’taki travestilerin fotoğraflarını görüyor, aylar sonra şehre doğru yola koyuluyor, yaya olarak New York’a ulaşıyor. Sahne değişiyor, barda anlatıcı ve Eskimo oturuyor, erkek olduğunu iddia eden Eskimo’ya güzel bir kadın olduğunu söylüyor anlatıcı, gerçekten de hoş bir kadına dönüşmüş Kehba, mutlu olup olmadığı sorulunca amacının mutlu olmak olmadığını, kadın olmak olduğunu, erkeklerin bunu anlayamayacağını söylüyor. “Okuma Kitabından Bir Öykü”de gazete satıcısı, gazete, öğretmen ve öykünün gerçekliğine yapılan duygu var. Bu parçalar yer yer değişiyor, gazetenin varlığı kesin, öğretmenin varlığından o kadar emin değiliz, yok sanırım. Sonuçta öykü tamamlanıyor, anlatıcı okuru tatmin edecek bir şeyler çıkarabileceğini söyledikten sonra amacına ulaşıyor. Başka bir öykü, barda tek başına oturan biri. “Doğru değildi,” diyor kendi kendine, bunun dışında pek konuşmuyor. Cüsseli biri, durmadan içiyor, tipine bakılınca beyaz önlüklülerin arasında uzunca bir süre kaldığı seziliyor, öyküyü tamamlayan son sözü noktayı koyuyor: “‘Doğru değildi, doğru değildi, beni ameliyat etmemeleri gerekiyordu,’ dedi.” (s. 38) “Şapkalı Adam”la bitiriyorum, karşı karşıya duran iki anlatıcı. Uzun boylu olmayan, kıpkırmızı yüzlü, gri bir şapka takan ve gri bir yağmurluk giyen adam anlatıcıya başka bir yerdeki başka birini anımsatıyor, bu anımsatma anlatıcıyı dinleyen ötekinde bir çağrışım yapmıyor, o öyle birini görmemiş, yine de konuşmak zorundalar, karşılıklı oturmuşlar. Öteki kendi şapkalı adamını anlatıyor ama orta noktada buluşamıyorlar, şapkalı adamlar birbirine benzemiyor. Öteki, anlatıcıya “öykü olmayan bir öykü” anlattığını söylüyor ve kendi öyküsünü anlatmaya başlıyor, anlatıcının şapkalı adamını kendince kurguluyor, bir tek mekânı değiştirerek Avrupa’ya konduruyor, anlatıcınınki ABD’de. Şapkalılar birbirine benzemeye başlıyor yavaş yavaş, öyküler biçimleniyor ve benzeşiyor, anımsanacak şapkalı bir adam olmasaydı öyküleri olmayacaktı, içinde oldukları öykü de olmayacaktı, bu yüzden şapkalıya teşekkür borçluyuz, anlatıcılar annelerini ve babalarını anlatmaya başladıkları zaman şapkalıya rastladıkları yerlerde gezdiriyorlar ailelerini, mesele tek bir adamdan çıkıp kendi yaşamlarını kurmaya geliyor, yoksulluklarına dair bir iki hikâyeye dokunuyorlar. “‘Size pek çok öykü anlatabilirim. Fakirlik içinde yetişen insanlar, pek çok öykü anlatabilecekleri şeklinde bir düşünceyle yaşarlar bir ömür boyu.’” (s. 93) İsimleri ortaya çıkıyor, suretlikten insanlığa geçiyorlar, yaşamlarına dönüyorlar, anlatıcı bir kağıda aldığı nota bakıyor, şapkalı adamın 24 aralıkta öldüğü yazıyor. Buruşturup atıyor kağıdı, öykü hiç yazılmadı ama bir şey yazıldı, bilinçte bir leke giderek büyüdü, kurulası bir öyküye dönüştü.
Bichsel özgün ve iyi bir yazar, çeviri de iyi, o zaman neden okunmasın. Tavsiye ediyorum.
Cevap yaz