Patrick White – Teyzemin Hikâyesi

My Dinner with Andre‘yi izliyorum, bir saat elli dakikada hayatın katedilmeyen kısmı kalmıyor. Yıllar sonra buluşan iki arkadaşın yemek yerken ettikleri sohbetten ibaret, gerçekliğe dair öylesi berrak tespitlere rastlamak zor. Sosyal yaşamda sembollerle anlaşmanın, samimiyeti öldürmenin kaydı bir yandan, bütün maskeleri çıkarmanın kutsanışı. Özel bir dille konuşmuyorlarsa da o açıklığa nadiren rastlanır. Özledikleri duruluğu takip ederek yaşamlarını paylaşıyorlar, gerçeğe yaklaştıkları anlar esas ve çok olduğuna göre bir nevi arayış da. Gerçek, rollerden sıyrılmanın bedeli, dışlanmanın avuntusu, bir insanın kendisini olduğu gibi ortaya koyamayacağının nedenleri, uyuşmalar ve çatışmalar derken White’ın kurgu tekniğini andıran bir şey buldum, kıvılcım çakmasaydı bu kitap beklerdi daha. Çevirmen Kemal Vardarlı’nın aslında Murat Belge olduğuna yemin edebileceğimi fakat iddiamı ispatlayamayacağımı söylemek isteyişim de beklerdi, artık tamam. White’ın Arabadakiler nam metninde de rastladığımız diyalog tekniğini düşünüyorum, filmi de düşünüyorum: baloncuk. Dün buluştuğumuz zaman bir öyküsündeki parçaların ortaya çıkardığı bütünlüğü anlatmak için Onurhan’a, “Çamaşır ipi!” deyişim geldi aklıma, bu kez balondan gideceğim: White’ın karakterleri balonun içine girerler ve kendilerine has bir biçimde, sözcüklerin anlamlarını bükerek, cümle yapılarını eğerek konuşmaya başlarlar. Anlatıcının üslubu benzer niteliktedir, Theodora Goodman’ın sahneye çıktığı bölümlerde esas biçimini belli eder. Standardizasyon barizdir, White bir şekilde yalnızlaşmış, doğayla doğrudan ilişki kurmuş, az da olsa kültürlü karakterlerini odağa alır, bir aradayken aynı renksizliğe bürünen kişileri toplumdan ayrıştırarak bir şekilde karakterinin karşısına çıkarır ve aynı dille konuşmalarını sağlar. Tuhaf, baloncuğun dışına çıkmayan bir iletişim şekli. Dışarıda başka bir şey var, karakterlerin konuşmalarına şaştığımız kadar benzetmelere de şaşarız. “Sessizliğin yaprak karanlığı” olsun, “beyaz tenli bakırımsı merdiven” olsun, her an yabancılaşmış, garipleştirilmiş bir dünyanın içinde olduğumuzu hissederiz, bu yetmezmiş gibi balonun içine de sokarız kafamızı, aşina olmadığımız dünyaların en alt kümelerinden üst bir yapının oluşmasını bekleriz. Oluşur, o kadar da parçalı değildir ama anlamı bütünlemek zordur. Theodora’nın çarpık algılarına bağlayabilir miyiz, aşkın ne olduğuna dair pek bir şey bilmeyen Theo’nun flört ettiği Frank neden Theo’nun ablası Fanny’yle evleniverir, başkaları aynı dili konuşmalarına, belki de Theo’yla aynı dili konuşan yegane insanlar olmalarına rağmen neden çıkıp giderler Theo’nun yaşamından, yalnızlığa çocukluğundan alışkın Theo’nun hızla geçen yıllara rağmen hiçbir şekilde değişmemesinin sebebi nedir? White karakter özelliklerini doğrudan aktarmaz, araya dereye yerleştirdiği cümlelerle sezdirir. Her şeyi o baloncuğun içindeyken anlamamız gerekir, diyaloglardan yani. Epigraf da yol gösterir azıcık, Olive Schreiner’den: “İnsan ruhunun, kendisine düşünsel açıdan en yakın olan kişiyle bile, konuşup anlaşabileceği sınırların darlığını, onun nasıl da çabucak hiçbir tanıdık ayak sesinin duyulmadığı, bireysel deneyimlerin o ıssız ülkesine vardığını düşündü.” (s. 7) İletişimin sosyal amacından, kaynağından kurtulmasının pratiğinde yalnız kalıp kalmamayı önemsiz kılan bir durum Theo’nunki, bir dalla konuştuğu gibi konuşacaktır insanla, Avustralya’nın bir köşesiyle Avrupa veya Amerika’nın bir ucu fark etmeyecektir. Filmde dünyayla anlaşamayacakları konusunda anlaşan karakterlere karşılık romanda birbirleriyle anlaşamayacakları konusunda anlaşan karakterler var, bu biraz babıldamaya benzer bir şey. Sözcüklerle değil de sözcüğe varmayan, daha doğrusu sözcüğün taşıdığı anlamı sözcük var olsa bile taşımayan vokalle, sesin melodisiyle anlaşmak. Yaban zihinlerin birbirine yaklaşabileceği mesafe ancak anlaşılabilen kadar, sınıf farkı ne kadar büyük olursa olsun baloncuğun içinde her şey eşitleniyor, Theo kimle konuşursa aynı biçimde anlaşıyor ve anlaşamıyor. Özünde gizini koruyan insanlar elbet: “İnsanların içlerini okuyamazdı, çünkü kendisi hiç açılmamıştı.” (s. 58)

Theo’nun çocukluk yıllarından itibaren babasının tuhaflıklarına maruz kalması, evinin bahçesindeki bitkilerle insanlardan daha iyi anlaşması malum uzaklığı gösteren ilk işaretler ki şunu söylemeli, White’ın uç karakterleri normal bir sosyalliğe sahip değiller. Arabadakiler‘deki dizgeye çok benziyor, şunu doğadan: “O yıllarda gündüzün gül rengi vardı, fakat ciddi, kocaman beyaz güllerin ağırlığıyla sarktığı, limon rengi güllerin yosun gölgelerinde serin gölcükler yaptığı öğleden sonralar da vardı. Kızıl güllerin kocaman, kokulu pıhtılarda donduğu, köklerde derinleştiği akşamlar da.” (s. 23) Theo’ya nereye gittiğini sorarlar, hiçbir yere gitmediğini söyleyip bu biçimde imlediği güllerin ve zamanların içine koşar, elinden gelse gördüklerinin bir parçası olacaktır. O yaşlarda bilişsel yapısı sihirli düşüncelere pek açıktır, denebilir ki Theo daha çocukken imlemeye başlamıştır dünyayı, imge biriktirmiş ve yetişkinliğe adım attığında başka bir biçimde bakamaz hale gelmiştir çoktan. Kitaplardan beslenmesinin payı da vardır bunda, babasının sattığı mülkler eve yiyecek ve kitap olarak dönerken Theo kütüphaneye dadanır. Whitman’ı okuyup okumadığını hatırlamıyorum ama her şeyin her şeyle bağını, her şeyin dilini o aralar çözmüştür sanıyorum. Neden sevilmediğini çözememiştir bir, babasının biricik kızıdır da annesinin kara kuzusudur resmen, aynalara küsmesinde sevgi göstermeyen annesinin payı büyüktür. Uzaklıkları hiçbir zaman yenemeyeceğini düşünüp aynaya sığınsa da kendine biçeceği payeyi de bilemez, benlik algısı bir gül bahçesidir, kişiliği sayfalardır, tek dostu Violet’le bile mektup vasıtasıyla sürdürebilir ilişkisini. Benzer ruhlar mı demeli, zaman zaman bir araya gelirler ama birlikte geçirecek geniş zamanları yoktur, Avustralya’da her şey hareket halindedir, işler güçler yüzünden insanlar belli bir yerde uzun süre kalamazlar. Büyük savaşların ilki ufukta görününce sirkülasyon hızlanacaktır, neyse ki Theo’nun annesi ölür de kızının hapishanesi yıkılır böylece. Zamanın belli belirsiz geçişi Theo’da dehşete yol açmaz, insanlar yaşamından çıkınca üzüntüye benzer bir şey hisseder, o kadar. Babasının ölümü sarsar tabii, yaşlanan annesine uzun yıllar baktıktan sonra özgürlüğüne kavuşur ama ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktur, kardeşiyle eniştesine gezeceğini söylerken ciddi değil gibidir. Satıp savıp gidecektir, başka bir şey bulamaz, yaşadığı yeri ve insanları zaten sevmediğine göre yeni yaşantılar kovalayacaktır. Opera, tiyatro, kitaplar yetmez artık, Avustralya’nın sunabildikleri kısıtlıdır, Avrupa’da bir otelin daimi müşterisi olmak her açıdan daha iyidir. Bitmek bilmeyen bir yolculuğun ardından Fransa’ya çakılan kazığın çıkarılması için savaşın başlamasını bekleyeceğiz. Kırklı yaşlarına gelen Theo’nun etrafında erkekler varsa da cinselliği uyanmayan kadın için sadece tanıma alıştırmaları önemlidir. Tanıma alıştırmaları, konuşma egzersizleri, hepsi gerçeküstü sanki. Emekli generalin hevesini kursağında bırakan Theo’nun savaşa dair pek bir fikri yoktur, Hitler’in kuduz köpek gibi her yere saldıracağını söyleyenlerle onlara karşı çıkanlar arasındaki çatışma üzerinde durmaz, komünistlerle faşistler arasındaki farkı anladığına dair bilgi yoktur. Yine de askerle, tayfayla, kalbi kırık kadınla ve diğerleriyle konuşur, hepsini sıraya alıp balonun içine sokar, çıkarır, hikâyeler birikir ama Theo’yu değiştirmez. Otel konumu itibariyle işgal edilmeye müsait hale gelince herkes bir koşu uzayacak, kapağı başka ülkelere atacaktır. Theo hemen ABD’ye geçer ve yalnızlığın başka formlarını aramaya başlar. Kendisine yakınlık gösteren çiftçilere ısınamaz, terk edilmiş gibi duran bir eve girip orada birinin yaşadığını öğrenince çok şaşırır. İşaretleri de okuyamamaktadır açıkçası, bu yüzden yorucu, doğrudan konuşulması gereken bir karakterdir. Theo kadar ilginci gerçekten az bulunur, kurmaca camiasında numuneliktir.

White’ı okumak gerçekten zor, bir o kadar keyifli. Tavsiye ederim, okunsun.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!