Öykülerin fantastikliğinden pek o kadar emin değilim gerçi, en azından karakterler için. Okyanuslarda yaşayan kilometrelerce uzunluktaki canlıların var olmadığını biliyoruz, karakterler bilmiyorlar, biz bildiğimize göre fantastik oluyor bu, öyleyse tamam. Borges Çinlilerin iki dünyada birden yaşadıklarını, öte dünyaya en yakın insanlar olduklarını söylüyor bir yerde, yaşam pratikleri bu birleşime göre düzenlenmiş, Japonlarda da benzer bir durum var. Dazai’nin bu durumun farkında olduğunu düşünüyorum, kitaptaki en fantastik öykünün sonuna düştüğü not: “Bu bir kurgu eseridir. Çinlilerin okumasını istediğim için yazdım. Çinceye çevrilmelidir.” (s. 28) Çinlilere daha çok hitap edeceğini düşünmüştür Dazai, Japonların da onlardan geri kalır yanı yok gerçi bu konuda. Tanrıları, inançları, yaşamları düşünüldüğünde bu öykülerde yaşananlara inanacaklardı muhtemelen, inanan çıkacaktı, okurunu uyarıyor olabilir Dazai. Hasılı bu öyküler fantastiktir ama tamamı fantastik değildir, tuhaf insanların hikâyeleri de anlatılır ki insanlar genel olarak tuhaftırlar, tuhaflık potansiyeli taşırlar, dolayısıyla insan söz konusuysa en tuhaf huyların bile gerçek olabileceğinden şüphe etmeyiz, insanın olduğu yerde şaşıracak pek bir şey yoktur. Diyorum ve ilk öyküye geçiyorum, “Yeşil Bambu”. Bu arada kitabın İngilizcesinin adı Blue Bambu, Türkçeye “yeşil” diye çevrilmesinin bir hikmeti vardır herhalde. Bu öyküde Yurong adında fakir bir öğrencinin yaşadığı fakirlikleri ve olağanüstü olayları göreceğiz, arada çevirmenlerin bilgilendirici dipnotlarına düşeceğiz çünkü Japonların gündelik yaşamlarına dair pek çok şeyi bilmiyoruz, öğrenmeliyiz, öyküdeki nüansları kaçırmamalıyız. Yurong’un annesiyle babası ölmüş, mülkü yok, bekar amcasının evinde çalışan cahil bir kızla evlenmeye zorlanıyor. Amcasının metresi olabilirmiş bu kız, dedikodular alıp yürümüş ama karşı çıkamıyor Yurong, evleniyor. Geçimsizlik hemen ortaya çıkıyor, Yurong Konfüçyüs öğretilerine çalışırken eşi arıza çıkarıyor sürekli, adamı aşağılıyor, bir gün Yurong dayanamayıp basıyor tokadı ve gidip sınava giriyor, imparatorluk memuru olacak. Olamayacak, sınavdan çakınca kös kös geri dönüyor, yolda karşılaştığı bir mabette dolanıp kargaları izleyerek ruhunu dinlendirirken siyah giysili, gizemli bir adamla karşılaşıyor. Kral Wu’nun emriyle gelmiş, Yurong kargaları o kadar seviyorsa tam aradıkları adammış Yurong, siyah cübbeyi giymeliymiş. Giydi ve kargaya dönüştü Yurong, uçtu, gölün üzerindeki ışıltıyı izledi ve dişi bir kargayla konuşmaya başladı. Dişi kargaya göre eşini unutabilirmiş artık, o bir kargaysa insanla evli kalamazmış, çok mantıklı. Dişi karganın adı Yeşil Bambu, birlikte uçacaklar artık. Çok sayıda askerle dolu büyük bir teknenin geçişine kadar her şey güzel, teknedeki çocuk askerlerden birinin attığı okun Yurong’un göğsünü delmesi kötü. Yeşil Bambu hızla düşen eşini yakalıyor, o sırada diğer kargalar kanatlarıyla fış fış fış yaparak büyük dalgalar oluşturuyorlar ve gemiyi alabora ediyorlar, tabii Yurong’un ölümünü engellemeyecek bu. Uyandığı zaman insan formunda yine, kargalara bakıp eşinin adını haykırınca hepsi havalanıyor, başka tepki yok. Eve dönüyor Yurong, aynı sıkıntılar, ikinciye tokadı basıyor ve yine sınava gidiyor, yine hüsran. Mabede yine gidiyor, gözünde anılar canlanıyor, hüngür hüngür ağlıyor. Kargalarla konuşuyor sonra, Yeşil Bambu hangisiyse bir adım öne çıksın. Bütün kuşlar bir adım geri çekiliyor, Yeşil Bambu, “Lan oğlum,” diyor, çıkıyor ortaya. Birlikte uçmaya başlıyorlar yine, sonra Yurong sınavdan geçiriliyor ve dünya zevklerine kanmadığı için işkenceden kurtuluyor. Eve döndüğü zaman eşi bir anda dünyanın en anlayışlı insanına dönüşüyor, mutlu son. Bu öyküden çıkaracağımız mesaj öbür dünyanın sınavına hazırlanmak. Efsanevi bir ortama girdiğimiz zaman öyle her şeye saldırmamalı, dünyada edindiğimiz bilgiyi, görgüyü, nezaketi kullanarak akıl çelenlerden kurtulmalıyız, böylece güzel bir yaşamı hak ettiğimizi kanıtlamış olur, öyle höy diye her şeye saldırmayız. Nefsimizi köreltiriz, etrafımızdaki insanlar daha süper insanlar haline gelirler. Fantastik bir hikâye işte, dümdüz anlatıyor Dazai. Dazai’nin anlatıcısı.
“Aşk ve Güzellik Hakkında” bambaşka bir şey mesela, ilk öyküyle ilgisi yok. Beş kardeş var ve hepsi romantizmi seviyor, kilit cümle bu. Canları sıkıldığı zaman birlikte hikâye yazıyorlar, birinin bıraktığı yerden diğeri alıyor hikâyeyi ve beş farklı hayal gücünün etkisiyle kırkyama bir öykü çıkıyor ortaya, hoş. Beş kardeşten en büyüğü hukuk mezunu, kibirli, nazik. Odun gibi yazıyor açıkçası, Konfüçyüsçülük oynuyor. Bir küçüğünün edebiyatla haşır neşir olması abisinin mahkeme duvarı metinlerini toparlamaya yarıyor, üç numaralı evlat tıp fakültesine kaydolsa da gitmemiş, narin biri, doğaçlama şiir yazma konusunda usta. Evin on yedi yaşındaki bir ayağı sakat hizmetçisi âşık bu çocuğa, birlikte yazılan hikâyeden arta kalan bölümlerde çocuğun kızla gönül eğlendirdiğini görüyoruz. İkinci kız çok güzel ve çok kısa, ropromantik. En küçük erkek kardeş son derece ciddi bir çocuk. Gülünç, bir anda değişmiş çünkü, ergenlik. “Uzun lafın kısası, bu aile, iyi bir aileydi. Arada sırada hepsinin tekdüzelikten korkunç derecede bıkıp usandıkları zamanlar olurdu.” (s. 34) Yazmaya başlıyorlar, herkes kendi karakterinin dümeniyle ilerliyor, ortaya beş farklı üslupla ilerleyen bir hikâye çıkıyor, güzel. Anlattıkları adamın varlığı öylesine gerçek ki anneleri kapıda redingotlu bir adamın dikildiğini söylediği zaman hepsi aceleyle ayağa kalkıyor, anlattıkları adam kapıda! Anne tek başına gülmekten kırılıyor, son. Bu öyküyü ilginç kılan nokta kitabın son öyküsünün temelini oluşturması, üstlü altlı kurmacaya yanlıyor Dazai. “Romantizm Feneri” öyküsü bu aileyle anlatıcı arasındaki ilişkiyle başlıyor önce, Batı resmi ustası Bay İrie Şinnosuke’nin ailesiyle anlatıcı arasında sıcak bir bağ varmış bir zamanlar, yıllar geçtikçe ailedekilerin ilginçlikleri hayat gailesinin etkisiyle yitmiş ve anlatıcıya göre o parlak aile sıkıntı kaynağına dönüşmüş, bir daha da gitmemiş anlatıcı onların evine. O günleri anımsayarak yazdığı bir öyküden bahsediyor, okuduğumuz ilk öykü. Bundaysa başka bir öykü kurma çabası yer alıyor, Rapunzel’in yarı modern, değişik bir versiyonu. Hoş numara yani, en sonda ailenin sevgi dolu ortamından birkaç diyalog, Japon aile yapısının, geleneklerinin örnekleri, kaybolan zamanlardan bir bölüm. Dazai bu öyküyü iki intihar denemesinden sonra yazdı muhtemelen, uğraşısı bir süre hayata tutunmasını sağlamıştır. Diğer öyküler bir parça umutsuzluk taşısa da atmosfer Dazai’nin otobiyografik metinlerindeki kadar bunaltıcı değil. “Romanesk”te üç garip adamın kısa anlatısıyla karşılaşıyoruz, yaşamlarını toplumun pek de uygun görmediği şekilde kuruyorlar ve en sonunda civcivli bir mekânda içki içerken tanışıyorlar, toplumdan kopmuş olduklarını anlıyorlar hemen. Kardeşlik böyle doğuyor, üçünün ne işlere girdiklerini de görmek isterdik ama bir araya gelmeleri bile teselli. İnsanlık için değil tabii, ne belalar getirmişlerdir insanların başlarına.
“Denizkızı Denizi”nden bahsedip bitireceğim, samuray ve köylü sınıfına dair anlatılanlar ilgi çekici. Kıyıya sürüklenen bir denizkızıyla başlıyor mevzu, uzak geçmişte Konnai nam bir samurayın hikâyesine bağlanıyor. Bu adam gemiyle seyahat ederken denizkızının teki yüzünden ölümle yüz yüze geliyor, cesaretini toplayarak kızı yaralıyor ve kurtarıyor gemiyi. Karaya çıktığı zaman hikâyesini anlatıyor, kodamanlardan biri inanmayıp dalga geçince bütün işi gücü o kızı bulmak oluyor ama sonuca ulaşamıyor, sonuçta deniz engin ve denizkızı yaralanmış. Yaşlılardan biri adamın üzülmemesi gerektiğini söylüyor ve o denizlerde görülen doğaüstü yaratıklardan bahsediyor, gençlerin inanmaması normal çünkü zaman değişmiş, kadim bilgiden eser kalmamış. Devamı biraz seppuku‘lu, gizemli, hoş.
Masala varan öyküler bunlar, Dazai’den bir şeyler okumak iyi geldi bana. Tavsiye ederim.
Cevap yaz