Sibel Bilgin – Bana Bir Harf Söyle

Arka kapakta edebiyat dünyamıza yeni bir yazarın geldiği müjdeleniyor, kitabı okuduktan sonra keşke gelmiş olsaydı diyoruz. Bilgin’in tek kitabı bu, antolojiye girmiş bir de öyküsü var, başka da pek bir bilgi yok. Şurada bir şeyler var ama doğruluğundan emin olamıyorum, öyle sağlam öyküler yazdıktan sonra ortadan kaybolmak nesi? Şuna cüret edeceğim, Sibel Bilgin’in aslında Murat Gülsoy olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam, ispatlayacak bir şey olmayabilir. Her neyse, Bilgin’in öykülerindeki Borges rüzgârı estiren hava ayrı güzel, hikâyelerden doğan hikâyeler apayrı güzel, kısacası öyküler iyi. Kurgusal oyunların ön planda olduğu öykülerde karakterlerin derinleşmemesi, dokuz öykünün de aynı biçimde kurulmuş olması ve -bence- öykülerin birbirine bağlanabilirliği aslında tek bir öyküyü, belki novellayı ortaya çıkarıyor, karakterler sadece hikâye anlatmaya ve dinlemeye odaklı oldukları için birini alıp başka bir öyküye koysak olur, örneğin bir öyküdeki kayığı alıp başka bir öyküdeki trenin yerine koysak da olur, trenin kayıklığından başka şeyler arayanlar için bu öykülerin formülü, anlattığı sıkar, aynılık bunaltır, anlatılan hikâyeyi dinleyen karakterin bilinmeyene, hikâyelerin bir parçasına dönüşmesine tepki doğar, “Hikâye bitince var olmayacaksın artık, dinleme, hikâyenin ötesine geçme, etme!” diye bağırmak ister şu deli gönül. Kafaysa okumaya devam etmek ister çünkü labirentte kaybolmayı sever, hikâyelerin nereye varacağını bilmek ister, bulmaca çözer, ne bileyim, çalışmak ister. İç içe geçmiş iki, üç, dört hikâyenin nasıl bağlanacağını merak ederiz kısaca, anlatılanın davetine kapılmamak zor.

“Beşinci Mevsim” ilk öykü. Masasının başında biri, yazmayı bekliyor ama düşüncelerinin anlamsızlığından kurtulamıyor, oturuyor öyle. Bir başkası geliyor, sanırım bir başkası çünkü ilk kişi masanın başında, ikincisi sandalyeye oturduğuna göre ilki kalktı da mı oturdu, ikisi aynı kişi mi, neler oluyor? Sonradan gelen ilkine şehirlerle ilgilendiğini bildiğini söylüyor ve aynalar şehrinin hikâyesini anlatmaya başlıyor. Şehrin tarihi kesin olarak bilinmiyor, şöyle masalsı: “Henüz tüm şehirlerin birbirine benzemediği, şehirlere büyük kapılardan girildiği ve bir şehirden ötekine en az yedi günde gidildiği zamanlarda yaşanmış bir hikâye.” (s. 9) Gerçekle görüntünün sırrına dalan bir kral bütün şehri aynalarla donatmış, tek bir mum ışığı sayısız kandile, tek bir çiçek koca bir bahçeye dönmüş. Hırsızlar, tüccarlar, çocuklar, doğup ölen herkes aynalarda birbirine karışmaya başlamış, şehir tek bir aynaya sıkışabildiği gibi yansımaların sonsuzluğu kadar büyürmüş. Yangında kül olan zeytin ağaçlarının bazı aynalarda göründüğü söylenirmiş, bir gezginin şehirden çıktığı veya şehre girdiği anlaşılmazmış, kral insanların gerçekten var olup olmadıklarını bilip bilmediklerini merak edermiş. “‘Aynalarda gezinen gerçekler ve görüntüler bizim kavrayamadığımız öylesine akıl almaz bir hızla birbirine dönüşüyor ve birbirine dönüştürüyor ki,’ dermiş kral, ‘görüntüye dönüşmüş gerçekliği ya da gerçeğe dönüşmüş görüntüleri ayırmak imkânsızlaşıyor.’” (s. 11) Uç uca eklenen halkalarmış algılanan, kral halkaların arasındaki boşlukları arıyormuş, cevap o boşluklarda gizli. Bir gün kendisinden daha gerçek bir görüntü çarpmış gözüne, kaynağı bulmak için gezginci tiyatronun şehre geldiği gecenin sabahında sessizce saraydan ayrılmış ve kaybolup gitmiş. İkinci hikâye bilinmeyen bir nedenden başı vurulan kralla ilgili, hikâyesi ilk hikâyedeki krala mal edilmiş. İkinci kral aynalarda kaybolmuş veya başı vurulmuş, ardından şehirdeki bütün aynalar kırılmış ve yeni kral aynaları yasaklamış, herkese bir ayna hakkı tanımış daha doğrusu, kişi ölünce aynası da kırılacakmış. Görüntüler ortadan kaybolunca her şey olduğu gibi görünmeye başlamış, durgun bir bataklığa dönmüş şehir. Gezginin birinin notlarında yazıyormuş bunlar, göç dalgası başlayınca şehir boşalmış ve yazıcıların da gitmesiyle tarihi yazacak kimse kalmamış geride, onlarca hikâye ve gezginin notları olmasa şehir de unutulup gidecekmiş. En başa dönüyoruz, hikâyeyi anlatan kişi yazmak için ilham bekleyene hikâyeyi tamamlama ihtimali olduğunu söylüyor, belki de kralların yarıda bıraktıklarını tamamlayacak. Bu ikinci kişi gezgin midir, ortadan kaybolan kral mıdır bilemiyoruz, belki hikâyesini anlatıp öyküyü bitiren alelade bir adam, kim bilir?

“Merdivenleri Denize İnen Şehir” ketlenen bir hayal gücünün özgürlüğünü kazanabilmek için aşacağı sınırları gösteriyor, hüznü en derin öykü belki. Hikâyeyi camdan dışarı bakarken, yolculuk düşüncesinde veya rayların çıkardığı gürültüde bulmuyor kişi, rüzgâr fırıldaklarını düşünerek her dönüşün kendi içinde tükeneceğini düşünüyor, bir başka devinim lazım. Beliriyor o devinim, merdivenleri denize inen şehirde gördüğü kişiyi ve o kişinin anlattığı hikâyeyi hatırlıyor, yakın geçmişten bir anı. İlk kişiye “yazar” diyeyim, yazar şehirde dolanarak düşüncelerinde kaybolamıyor ama yazacak, dinleyecek bir hikâye buluyor en sonunda, yanaşanın anlattığı. “‘Sizi seçmem rastlandı değil demişti, hikâyemi size açabileceğimi biliyordum. Bu şehirde doğmuş, bu şehirde ölecek ve hiçbir zaman hiçbir yere gidemeyecek olanlardan değilsiniz.’” (s. 17) Hikâyenin başka şehirlerde de dolaşması gerek, mümkünse dünyayı dolanmalı ama en başta dinleyenin dikkatini çekmeli. Şüphesiz çekiyor, kişinin bir kapandan nasıl kurtulduğudur. O da bir şeyi aramak için gelmiştir o şehre, aradığını bulmuştur da, sevdiği kişiyle araya koyduğu mesafeye gözü gibi bakmaktadır. Bilmediği istasyonlarda inip bilmediği şehirlerin sokaklarında dolanmak acısını dindirmek içindir, gerisi kendi hikâyesi. Sevdiğiyle çocukluğunun masalları, kayboldukları ormanlar, susayınca üç turunçları kesen şehzadeye kinlenmeleri ortaktır, zaman hariç. Zaman ikisi için farklı sonuçlara yol açar, kişi hayal kurmayı ve gerçeklikler yaratmayı severken diğeri tek bir gerçekliğin yettiğini, başka hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını düşünmeye başlamıştır. Ara açılır, uzaklaşırlar, kişi sevdiğinin çektirdiği ıstıraplara iyi dayanır. Önce mekân gider elinden kişinin, diğeri yeni nesnelerle doldurduğu mekânda kişinin nefes almasını engeller. Birlikte hoş kokulu içkiler yudumlarken kişinin renkli kadehleri istediğini ama onlara ulaşmasının imkânsız olduğunu söyler diğeri, kişinin gücü bir tek hayal kurmaya yetmektedir. İskemleler, cam fanuslar, sayısız eşya diğerinin kendi gücünü göstermesi içindir, nihayetinde kişinin zamanı da gider elinden, en sonunda yazı yazamamaya başlar. Diğerinin arkadaş ortamında kişinin yarattığı hikâyeleri anlatması, kişinin şans eseri bu olaya şahit olması son damladır, diğerinin yaşamı pek uzun sürmeyecektir artık. Trene geri döneriz o an, dinleyenin önündeki gazetede genç bir kadının otel odasında öldürüldüğü yazmaktadır.

“Ziyaretçi” kitaptaki en karmaşık öyküdür herhalde, kaç katman olduğunu matematik profesörü gelse sayamaz. Bu öykü adadaki evine çekilen, çoluğunu çocuğunu yalnız bırakıp bir şeyler yazmaya çalışan adamın dinlediği bir hikâyeyle ilgilidir. Hikâyeyi anlatan diğer öykülerde olduğu gibi hiçlikten tecessüm eder hemen, iç içe geçmiş yapıyı yavaş yavaş ortaya çıkarır. Olay örgüsüne değinmeye lüzum yok sanırım, bir şeylerin olması bir şeylerin olmasına yol açmış, olan şeyler hikâyelere dönüşmüş, bir süre sonra da efsanelerden farksız hale gelmiştir çünkü somut hiçbir şey yoktur ortada, ne bir isim ne de kanıt. Son bir alıntıyla bitireyim, öykülerin özetidir belki: “‘(…) ‘Yazılanlar, söylenenler yüzlerce kez tekrarlanıyor. Kimi sesler, kimi renkler, kimiyse sözlerle anlatıyor bir hikâyeyi. Binlerce yıldır, ya bir sevginin düşü, ya da bir düşün sevgisi yaşanıyor. Kaç kez yaşandığının, kaç kez anlatıldığının ne önemi var? Sen de kendin gibi yaşa, kendin gibi anlat. Geriye tek bir ses, tek bir renk, tek bir söz bırak. Parmak izi gibi bir şey anlayacağın.’” (s. 34)

Ek: Sibel Bilgin gerçekten Sibel Bilgin’miş, müstearlık iptal. Başka bir şey yayımlamadığı için üzüntümü dile getireyim. Getirdim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!