Orhan Karaveli – Bir Ankara Ailesinin Öyküsü

Orhan Karaveli ne kadar iyi bir gazeteci, şefkatli bir insansa abisi Nihat Karaveli o kadar hin, kötü biri görüldüğü kadarıyla, babalarının maden işini zar zor yürüten ve bu uğurda evliliğinden olan küçük kardeş işleri toparladığı sırada Nihat Karaveli’nin çökme uğraşlarına daha fazla dayanamayıp pes ediyor. Yetmiyor, bir de Vatan davası çıkıyor piyasaya, Naim Tirali’nin suçlamalarına ilk kez kanıtlarla cevap veriyor Orhan Karaveli bu kitapta. Mevzu ailenin öyküsü, ilk kısım çocukluk ve gençlik anılarıyla dolu da yakın tarihin önemli olaylarına değinmeye başlar başlamaz kendi hikâyesine yoğunlaşıyor Karaveli, Adnan Menderes’in tek “yetkili” gazeteci olarak yanında götürdüğü ABD’de başbakanın her ânını kayıt altına alıyor, sonra bu dava var, ilginç olaylar. Menderes’le, o geziyle ilgili ayrı bir kitabı var zaten, bu gazete olayına bakacağım. Ahmet Emin Yalman ve Naim Tirali bir süre hapis yatıyorlar, sebep Tirali’nin ABD’li bir gazetecinin Menderes’i eleştirdiği yazısını basması. Tirali 16 ay hapis cezası alıyor, 27 Mayıs’tan sonra çıkıyor neyse ki, tabii mesele bildiği şekliyle yayıldığı için Orhan Karaveli de suçlanıyor ki sunuş yazısında “bir yakını” yüzünden kendisinin ve ailesinin çektiği sıkıntılardan bahsetmemenin elinden gelmediğini söyleyerek abisini olabilecek en ağır şekilde eleştiriyor ilgili bölümde. Olay şu: Yalman hapisten bir mektup yazarak iki kardeşin Menderes’e giderek gazeteyi “sattıklarını” söylüyor Tirali’ye, mahkumiyetlerinden istifadeye kalkışan bu iki kardeşe karşı dikkatli olmalarını söylüyor, oysa Orhan Karaveli’nin bu konuda bir suçu yok. ABD’deyken Menderes’in renkli filmlerini çekiyor ama renkli film banyosu o sıra Türkiye’de yok, negatifleri Amerikalı bir dostuna bırakıyor, bir süre sonra postayla gelen fotoğrafları bizzat Menderes’e götürmenin yerinde olacağını düşünüyor zira gezi sırasında oldukça yakınlaşmışlar, tünelin ucunun bombok bir yere çıkacağı konusunda uyarılarını esirgemeyen Karaveli’ye Menderes “küfür sınırında dolaşan sözlerle” mukabele ettikten sonra yumuşamış, Türkiye’ye dönünce muhakkak aramasını söylemiş. İki ortak hapiste olduğu için üçüncü ortak olarak gazetenin imtiyaz sahipliğini üstlenen Nihat Karaveli kendisinin de gelmesi gerektiğini söylemiş, Orhan Karaveli bu isteği pek sıcak karşılamamış ama adam imtiyaz sahibi sonuçta, reddedememiş. Neyse, gidiyorlar, Menderes yok ama yardımcısı Medeni Berk var. O sıralar Vatan zehir muhalif, partiye kök söktürdüğü için Berk iki kardeşe karşı oldukça sert. Resimleri bizzat Menderes’e vermek istiyor Orhan Karaveli, Berk de aynı düşüncede, tam izin isteyerek kalkacaklarken Nihat Karaveli atlıyor, gazetenin safını değiştirmek için diğer hissedarların hisselerini almayı çıtlatıyor. Berk şaşırıyor, durumu ilgili yerlere ileteceğini söylüyor. Orhan Karaveli o sıra abisinin ayağına vuruyor, susturmaya çalışıyor ama yok, oldubitti. “Gazetenin şoförü zavallı Muhittin Efendi, bir anlam veremediği bu ‘kardeş kavgası’nı uzaktan hayretle izliyor. Ağabeyimle aynı arabaya binmeyi reddediyor ve Japon Konsolosluğu’nun önünden gözyaşlarımı zor tutarak Gümüşsuyu’na doğru yürüyorum.” (s. 185) Berk bu haberi hemen Menderes’e değil de Yalman’a ulaştırınca malum mektup yazılıyor, Orhan Karaveli’ye cephe alınıyor. Nihat Karaveli saçma sapan hareketlerini sürdürüp gazeteyi cortlattığı, girdiği işleri kuruttuğu için dümenin arkasında kimin olduğunu millet anlıyor elbet, Yalman ve Tirali serbest bırakılıp gazetenin 27 Mayıs’tan sonraki ilk genel kurul toplantısında Orhan Karaveli’nin divana seçilmesini sağlayınca vaziyet ayyuka çıkıyor. Nihat Karaveli’yi suçluyorlar o toplantıda, adam hiç oralı değil, etrafına bakınıp duruyor. Valla Orhan Karaveli iyi tutmuş kendini, köklü ailesinden iyi terbiye gördüğü için şamarı basmamış, yoksa öyle abi toplantının ortasında fiske manyağı yapılır yani.

Ankara’ya dönelim, Mahmut Karaveli’nin dedesi “Pazvant” İbrahim Ağa 1860’larda Ankara’nın asayişinden sorumlu bir görevli, camilerden biri için koca bir taşı sırtında taşıdıktan sonra felç geçirip ölmüş. “Alitaşı” semtinin adı buradan geliyor olabilirmiş, olmayabilirmiş, neyse artık. İbrahim’in üç oğlundan biri Plevne’de Gazi Osman Paşa’nın karargâhında vuruşarak ölmüş, şehit kâğıdı gelince İbrahim’in eşi Ayşe Hanım güzel beyaz giysilerini giyip sokağa çıkarak oğlunu şehit verdiğini söylemiş komşularına. Üçüncü oğul “Nalbant” Halil Efe seymenlerin başı olmadan önce canından oluyormuş az kalsın, ilginç hikâye: 1886’da Yıldız Sarayı’ndaki muhafız birliğine sokmuşlar Halil’i, kumandanı eşcinsel eğilimler gösterip Halil’e ters bir hareket yapınca genç adam çekmiş kasaturayı, şak şuk şok. Sorgulama, yargılama derken idam kararı çıkmış da Halil süreç boyunca hiç ses çıkarmamış, hiçbir şey söylememiş, kumandanı bilenler de korkularından hiçbir bilgi vermemişler. II. Abdülhamid kıllanmış, sessiz sedasız ölüme giden adamı bir kere görmek istemiş, Halil’in vakur ve umursamaz halinden etkilenmiş ve işin içinde bir iş olduğunu anlamış. Tahkikat hemen, mevzu ortaya çıkınca padişah askeri hemen terhis ettirip ödüllendirmiş, memleketine göndermiş. İşinde iyi, edepli, delikanlı bir adam Halil, bir gün seymenbaşı dükkânına gelip kendisini Ankara seymenleri arasına katmak istediklerini söylemiş. Büyük onur. Oğuz geleneklerinden biri bu “seymen”, Rumeli’de “koruyucu” anlamına geliyor, aslında yakın zamana kadar adaletin şaşmaz neferi mahalle abilerimiz modern zamanın seymenleri olarak görülebilirlerdi. Kıyafetleri başka, gelenekleri başka, kolluk kuvvetinin dışında örfi kanunun adamı diyebiliriz. Seymen alayları nadiren kuruluyor, bir nevi icaz veriyorlar devletteki büyük değişimler konusunda, mesela II. Meşrutiyet’in ilanı ve Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişi şerefine alaylar kuruluyor. Meşhurdur, Orhan Karaveli de anlatıyor, Mustafa Kemal şehre girip halkı selamladıktan sonra karşısında beliren efeleri selamlıyor, neden geldiklerini soruyor, seymenbaşı millet yolunda kan akıtmaya geldiklerini söyleyip bir de ant içiyor, diğer seymenler de içiyor ant, Mustafa Kemal zaten içip gelmiş, böylece büyük mücadele için şehrin en önemli grubu da desteğini açıklamış oluyor. Ankara’nın başkent yapılmasında, öncesinde mücadelenin buradan sürdürülmesinde malum olayın ve seymenlerin desteklerinin büyük etkisi olduğunu ileri sürüyor Karaveli, Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara sevgisinin perçinlenmesi sonuçta. Mahmut Karaveli şahit olmuş da anlatmış oğlu Orhan’a, zaten Mustafa Kemal’i defalarca görmüş, kişiliğinden öyle etkilenmiş ki Paşa’nın haso adamı olsa olurmuş ama orduya mal satıp ailesini geçindirmeye çalışmaktan başını alamamış. Halil Efe öldüğü zaman çocuklar çok küçükler, anne de ölünce kardeşlerinin bakımı Mahmut’a kalıyor, çocuğun para kazanmak için çektiği zorluklar başlı başına hayat dersi. Eh, sonrasında devlet eliyle büyütülen burjuvalardan biri olacak Mahmut Karaveli, öyle ki çocukluk arkadaşı Vehbi Koç’la ortak bile olacak ama Vehbi Koç kadar, nasıl demeli, hırslı ve yıkıcı olmadığı için ortaklığı bozacak, inişli çıkışlı iş hayatında ayakta kalmaya çalışacak. Vehbi Koç’un aileyi uzaktan da olsa izlediğini, zor durumda yardıma koşmaya hazır olduğunu anlıyoruz, yıllar sonra bile sorup soruşturuyor Vehbi Koç bir sıkıntı var mı diye. Sevilen biri yani Mahmut Karaveli, iyi kalpli ama kahvede tembellerin elbette başarılı olamayacaklarını söylemesi de biraz şey. Hele Orhan Karaveli’yi Galatasaray’a yazdırmak için okul müdürüne iltimas bulabileceğini, mesela Hasan Rıza Soyak’a, o da yetmezse “onun üstüne ulaşabileceğini” söylemesi, eh. Müdür, bu arada efsane biri olduğunu az önce öğrendim, siz de öğrenin, Behçet Gücer zaten Soyak’ın yakın arkadaşıdır, milletvekilliği vardır, türedi olarak değerlendirebileceği Mahmut Karaveli’ye forsunu usturupluca gösterip ince ince ayar vererek çözer meseleyi, Orhan Karaveli böylece liseye başlar.

Ankara’nın Cumhuriyet’in doğuşu sırasındaki hali, devletin kuruluş sancıları, Karaveli’nin kişisel hikâyeleri derken alıp götürüyor anılar. Alınıp götürülmek isteyenlere tavsiye ederim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!