Şimdi Ferit Edgü’ye yazdığı mektupları okuyorum da, Duru’nun belli başlı birkaç meselesi var, dönüp duruyor o meseleler. Yeni ve Sert Öyküler‘de de dönüp duruyor, ondan diyorum: açlık, tokluk, parasızlık, alkol ve sıcak, arada da edebiyat. Duru 1950’lerin sonlarında vazife sebebiyle Urfa’ya gitmiş, sıcaktan canı çıkmış, aklı da çıkmış ve yerine oturtamamış anlaşıldığı kadarıyla, delirdiğini söylüyor ama psikologluk olmamış o zamanlar, sadece sıcaktan delirmiş, sıcak gitse deliliği de gidermiş yani. Öykülerinde bu sıcaklar sıklıkla geçiyor, hava çok sıcak olduğunda Duru da ısınıyor ve arıza çıkarmaya başlıyor, öyküleri bu arızalardan nasibini alıyor, sanki hava sıcakken yazdığında Duru’nun öyküleri çağrışımlara daha bir açık. Klima soğutmuyormuş da iklim felaketleri iyice çekilmez hale getiriyormuş havayı, “klima”yla “iklim” aynı kökten geldiğine göre Duru yine kendini tutamıyor, bağlıyor bir şeyleri. Mesela çiftliğe gitmiş bir gün, Aziz Nesin ayaklarını soğuk suya koymuş da hem içini hem dışını soğutuyormuş ama su ısınıyormuş hemen, yeni sular gerekiyormuş. Duru’nun su çıkışlarıyla ilgili söyledikleri de vardır, mesela çişten bahseder bir iki, çişin çıkmasının iyi bir şey olduğundan bahseder, terlemekten nefret ettiğini söyler. Terler Duru, burnundan, saçından, kolundan, elinden ve kıçından terler, evin soğuk noktalarını bulmak üzere kısa bir serüvene çıkar ve ev hayvanlarının uzandığı yerlerin soğuk olduğunu keşfeder, buradan insanın hayvanlığına bağlanır, köpeklerin insanlığına bağlanır, bir şeyler bir şeylere sürekli bağlanır işte, metnin nereye gideceği belli değildir de nereye döneceği bellidir, en baştaki mevzuyla noktayı koyar Duru, sanki hiçbir yol alamamıştır da elinde bir metin kalmıştır. Elde bir metnin kalması bir şeyler yazmaya çalışanlar için iyidir tabii, kötü metinlerini silenler, yakanlar bunu rahatlıkla anlattıkça dehşete düşerim ben, nasıl yani, iyi veya kötü olmuştur, iyi metinler bir işe yarıyor da kötü metinler yaramadıkları için nihai sonu mu hak ediyorlar, kişinin bir parçasını yok etmesi hep dehşete düşürmüştür beni ki alakasız olacak ama dişlerimden biri benim yüzümden çekildiği zaman çok kötü hissetmiştim kendimi, yaşlanmaya başladığımı düşünmüştüm, insanın orijinal parçalarından birinin yerine yapayının takılması, esasın işe yaramadığı anlaşılınca yerine hemen sentetiğinin konması korkutmuştu, ne diyeyim, emeğin hatırına bir yerde durmalı o parça, yazı, her neyse. Açlık konusu, evet, Duru aç. Duru’nun tok olduğunu pek görmedim ben, gittiği her yerde bir şeyler yiyor. Sergilere gidiyor, kanepeler, sandviçler, soğuk etler, sıcak etler, ne bulduysa. İkramlarla beslenen bir aileden bahsediyor öykülerinden birinde, sergi sergi gezip karın doyuruyorlar da öyle boş boş dolanmıyorlar, sanatçılara sorular soruyorlar, eserleri yorumluyorlar, entelektüel ve gastronomik bir açlık. Sezer Duru ve Aras Ören’in metinlerinde de Orhan Duru’nun bir şeyler yediğini ya uyduruyorum ya biliyorum, ikisinden biri ama sonucun değişeceğini sanmıyorum. Davetlere gidiliyor mesela, etrafta sanatçılar var, çok güzel muhabbetler dönebilir ama masadaki yemeklerin sayımdökümü başlıyor bir anda: ara sıcak, sıcak, soğuk, şarap, bira, konyak ama Fransızlar isim hakkı yüzünden omuz attığı için kanyak, çeşit çeşit tuzlular, tatlılar, ekşiler, katı ve sıvı halde birtakım gıdalar, plazma olsa onu da sayacak Duru dahi yiyecek, gaz yemediğini kimse söyleyemez. Şu listeleme işinin hipnotizmaya yol açtığını söylüyordu bir kuramcı, Perec için miydi, aynısını Duru’nun öykülerinde de bulabiliyoruz. “Şu, bu, o, hı, mı, tı, sı” derken bakmışız, oturmuşuz masaya da Duru’nun velfecri okuyan gözlerini okuyoruz, gerçekten de Duru’nun gözlerini okuyoruz çünkü ne gördüyse anlatıyor, çağrışımlar alıp başını gittiğinde yüzümüz biraz ekşiyebilir ama olsun, bir yerde durmayı biliyor Duru, tabii o yerin esas hikâyeden çok uzakta olmamasını diliyoruz. Bir örnek: “Var abi, dayı, enişte, yenge. Biliyorsunuz ayıya dayı da diyorlar. Ayrıca kimi önemli kişilere ‘Baba’ da deniyor. İskele babası değil bunlar.” (s. 43) Eh, çok da dökülmüyor su, iyidir. Matraklardan birine örnek, anlatıcı yetmiş milletin ismini sayıyor mesela, “Sakalar” dedikten sonra bir parantez: (Su taşıyor).
Çok dağıldı, daha bir kitap odaklı: Dört bölüm var, bu dört bölümün biri amcalar ve keçilerle ilgili. Amcalar yaşlılıktan mustarip, sinirli ve tatlı insanlar, yaşamı çeke çeke uzatmaya çalışıyorlar ve anlatıcının ilgisini çekiyorlar, o kadar da uzamaz ki, uzar. Kendine “amca” denilmesinden hiç hoşlanmıyor amca, genç kızları sevdiği ve daha çok sevmek istediği için gençleşiyor, o kızların yaşına ve yanına geliyor da o kızlar onun yaşına gelmedikleri için orta noktada buluşamıyorlar, amca “kart karılara” kalıyor ve ne yapacağını bilemiyor, yaşına lanet. Keçilere de bakmalı, aslında bu keçiler son derece bilinen keçiler, yani nasıl bir arıza çıkaracaklarını insan gerçekten merak ediyor. Şehir dışdışıymış meğer, anlatıcıya göre bu hayvanların şehirde işi yok, çünkü keçinin doğal yaşam alanı şehir değil ama şehrin doğallıkla da bir ilgisi yok, tabii doğayı katletmekten başka, o zaman keçi de var olduğu her yerde keçidir, şehirde de keçidir ve var olmasının anormal bir yanı yoktur. Şimdi bir keçi düşünelim, dümdüz hayvan. Ne yer? Bu ot yiyordu galiba. Ne dışkılar? Bok. İçtiği? Buldu mu su. Bunların hiçbiri bize yabancı değil, aslında bir keçiyle ortak noktalarımız hiç de sanıldığı kadar az da değil, o halde keçileşmekten korkuyor anlatıcı, bir keçi gibi davranmaktan, dolanmaktan çekiniyor. Keçinin sahibi dolaştırıyormuş öyle, yemi suyu veriyormuş, besliyormuş yani kutsal ve kurbansal bir amaç uğruna. Orada yokmuşlar bir de, anlatıcı kafayı yiyor keçileri göremeyince, bir ara ortadan kayboldukları zaman ortaya çıktıkları zamanki kadar şaşırmış, alıştığı o keçilere ne olmuş da o gerçeküstülük devam etmemiş? Bilmiyor, keçilerin bir anda tekrar ortaya çıktığını da anlatıyor üstelik, sahibinin sattığını düşünmüş de satmamış adam, satılık değilmiş onun keçileri, hayvanlarını seviyormuş. Sonra bağlantı çek, akşama Lebowski’nin halısına, öfke patlamalarıyla boğuşan arkadaşına keçiler gibi tepinip gülüyor anlatıcı, son.
Aralardan derelerden seçeyim, “Ortak Yaşay”. Site öyküsü. Yüzlerce dairelik dev bir site, arabalar yukarıdan küçük böcekler gibi gözüküyor, öylesi yüksel binalı. Komşu siteyle münakaşalar, toprakları ele geçirme çalışmaları, mahkemeler ve kaybedileni geri alma mücadelesi, adeta Osmanlı’nın son dönemlerinde Edirne’yi kurtarmamız gibi bir olay. Neydi bir de, Brezilya’ydı sanırım, kıçın kıçın yanaşarak Uruguay’ın topraklarını santim santim ele geçirmişler de olay olmuş zamanında, Uruguay da anlatıcının yaşadığı site gibi yapmalı, binalarının camına vuran güneş ışığıyla düşmanının gözünü almalı ve havuzun suyunu Brezilya’nın suratına çarpmalı. O kadar büyük sitenin sakinleri aynı fikirde olurlarsa tabii, anlatıcının söylediğine göre aidatları vermeyen çok, icraya verilen de çok ama o paralar gelmiyor. Bankamatik koydurulmuş siteye, kirası alınıyor, muhtemelen hizmet olarak verilmiyor. Siteyi kuranlar başka ülkelere taşındıkları için evleri yabancılara satmışlar, bu yabancılar yabanın kültürünü de getirmişler, hatta bazıları mafyaymış veya mafyaya satmışlar evlerini ama iyiymiş bu, belediye ile sorunlar daha rahat çözülürmüş artık. Hasılı sitede oturmanın ve oturmamanın getirisi ve götürüsü olacaktır, biz bunları okuyoruz ve sitede oturmadığımıza şükrediyoruz çünkü o aidatları ödemek için deli olmak lazım, saçma sapan hizmetler var veya görünürde var diye tokatlıyorlar insanları resmen.
Evet, Duru’nun tipik öykülerinden birkaçı. Ben gevezelikten pek anlatamadım ama öykülerin genel havasını bu gevezelikle verebildim zannediyorum.
Cevap yaz