Oktay Akbal’ın köşe yazılarındaki üslubunu bozmadan yazdığı bu roman köşe yazılarının derlisidir, o yazılardan birkaçını uç uca eklesek bu roman olur çünkü Şehzadebaşı olduğu gibi girmiş metne, annenin çaresizliğiyle yüklü yoksulluk yılları girmiş, şehrin yolları geniş geniş uzanıyor. Küçükyalı’daki köşk bile var, zamanında trene atlayıp gelmişler de Akbal’ın dedesi oradan -buradan- ev bakmış, anlaşıldığı kadarıyla köşkü satın almışlar ama bir burayı almamışlar ya da satıp Bostancı’dan, Erenköy’den almışlar sonra. O kadar zengin olmadıklarını biliyoruz, anlatıcı kolejden devlet okuluna geçtiğini söylüyor bir yerde, hikâyeyi başka türlü kuruyor. Birebirlik aranmamalı tabii, yine de gazete yazarlığı, çevirmenlik, yaşam alanları, anlatıcıya dair ne varsa Akbal’la örtüşüyor, gözden de kaçmamalı. Bir yerde gerçeği çarpıttığını, olduğu gibi aktarmadığını söylüyor anlatıcı, kurmacadaki gerçekliği düşününce bu açıklama boşa düşüyor çünkü gerçeklik çarpılsa ne çarpılmasa ne, anlatıcı aslında neyi çarpıttığını söylüyor, kısacası metin ne kadar otobiyografik? Hikâye bir günün dörtte birinden ibaret, anlatıcı sabah eşiyle kavga ettiği için eve dönmüyor da dolanıp duruyor şehirde, eski kırıklarını, kavga ettiği insanları, hiç sevmediği yazar çizerleri eleştiriyor, anıyor, birileri çıkışır diye ön alma çabası diye görüyorum bu gerçeklik katakullisini. Arayan kendini bulmuştur yine, anlatıcı belirgin detaylarla dolduruyor metni, örneğin gazetede çalışan ustaların esprileri, takışmaları, entelektüel tayfanın eserleri, dergilerdeki yazılar çiziler, ne bileyim, metnin izi sürülse tarihin izdüşümü çıkar ortaya. Gibi. Bakalım, günün üç evresiyle bölümlenmiş bu roman, akşam vakti insanların arasında dolanan anlatıcı kendini bir orman gibi görüyor. Kökleri birbirine dokunan ağaçlar benliğin farklı yüzleri, geçmişe her dönüşte farklı bir anlatıcıyla karşılaştığımız için parçalarının toplamını bir benlikte oluşturamıyor adamımız, sayısız zaman çizgisinden bir bütünlük sağlamaya çalışsa da nafile. Metin de çok parçalı haliyle, aşama aşama yaşam. Başlangıçta nerede bu adam, Taksim’de, anıta bakıyor herhalde. “Bir fotoğrafçı yaklaştı, baktı. Çekmedi resmimi, isteyip istemediğimi sormadı bile. Durdum, akıp giden arabaları, otobüsleri seyrettim. Bu kent hiç uyumaz mı? Bir kanepe koymalıydılar buraya, bir saat, iki saat otururdum. Ayaküstü zor hep aynı yerde durabilmek. Anıtın cansız kişilerine baktım. Hepsi eski yerlerindeler. Kıpırdamamışlar.” (s. 7) Düşünce akışı, âna odaklanmış tahkiye, buradan verilen uçlar daha geniş anlatı parçalarına ulaşacak. Ana çizgimiz budur, zamanda zıplamaların vardığı ölçek daha büyük. Beş yıl, on yıl öncesinde oralarda hafif yağmurlar yağmış, birileri koşturmuş, genç kız yeşil mantosuyla gelmiş de bir yerlere gitmiş, Şişli’ye. Kadınlar gelip geçiyor hikâyeden, adam kısalı uzunlu gönül maceralarından mutluluk çıkarmaya çalışıyor ki evin kasvetinden kurtulsun. Gerçi geri dönmeyecek bir daha, arada sırada kaçtığı çok olurmuş ama anahtarı atmış o sabah, eşi geri gelmemesini söylemiş. Boşanma sürecindeler, neden aynı evde yaşadıklarına dair bilgi yok, ayrılsalar da beraberler sanıyorum. Kızıyla arası çok iyi adamın, birlikte Fransızca metinler okuyorlar, geziyorlar, derin ilişki. Oğlanla öyle değil, anlaşıldığı kadarıyla annesinin tarafını tutan oğlan başına buyruk, adamı aşağılayacak da cüret edemiyor gibi görünüyor. Annesi hastalandığı zaman babasını iğneliyor sağlam, doktorun dediğine göre öyle aman aman bir rahatsızlığı yok ama hoş tutulması lazım kadının, gönlünü etmeli. Adamın gücü kalmamış hiçbir şeye, çocuklar büyümüş, ev alınmış, sonra araba alınmış, borçlar hiç bitmediği için bir de çeviri işi, zor. Kadın düşmanlığına ramak var bu arada, adam eşini yiyici bellememiş de hesap kitap bilmemesine takılmış sanki, laf etmemek için kendini zor tutuyor. Dönüyor geçmişe işte, Beyoğlu’nda yürürken yıllar öncesinin insanları geliyor gözünün önüne, Karaköy’e inerken başka insanlar, başka mekânlar, her şey zincirin bir halkası. Hani biçim yine olur, hikâye de eh ama gevezelik o kadar düttürü ki baş ağrıtabilir, tehlikeli: “Ne çok böyle yaşadım! Hep aynı değişmezlik içinde. Yirmisinde, otuzunda, kırkında. Zaman boşuna mı akıyor hep? Yalnız saçlar, dişler düşüyor, kırışıklıklar artıyor. Dışımız değişiyor, iç aynı mı kalır? Kalabilir mi? Niye öyleyse hep aynı insan olduğunu sanırsın? Yok, her gün, her yıl yenilenmişsindir.” (s. 8) Aklına yazacak bir şey gelmediği zaman köşe yazılarını da üfürmelerle doldurur Akbal, misal şöyle şeylerle: “Bugün masanın başına oturduğumda ne yazacağımı bilemedim. Camdan bakıyorum, hiçbir şey yok. Otobüse binmiştim sabah, bir durak gittik, insanlar bindi. İnsanlar hep otobüse biniyorlar. Sabahtan akşama git gel. Neden böyle olduğunu biliyorum. Ama bilmiyorum da. Bu otobüsler var da böyle mi var? Başka türlü olmayınca otobüs yok demek değildir.” Falan. Anıtın karşısındaki banklarda oturan adama tebelleş oluyor bizimki, hemen bir hayat hikâyesi yazıyor: oğlu, kızı evlenmiştir, kendi emeklidir, yıllar boyu çalıştıktan sonra nihayet nefes almaya çıkabilmiştir, tek başına oturup dertlerini aklına getirmemeye çalışıyordur. İstiklâl Caddesi’ne yakın bir apartman katı vardır belki, ufak, pis, tozlu, bakımsız. Metresler, kadınlar gelip gitmiştir oraya, altmış beşinden sonra bile onları çağırıp durmuştur adam. Direkt metreslere geliyor hayal, anlatıcının kadınlarla alıp veremediği derinlerde saklı. Kanepe deyince, yirmi yıl önce yine ona benzer bir kanepede şair arkadaşı Selim’in eşiyle oturmuş anlatıcı, birlikte geceyi izlemişler. Selim’in kendinden yaşlı bir metresi varmış, eşini hiç umursamazmış, onlarınki de öyle bir evlilikmiş. Kadın biraz yeşillenince geri çekilmiş anlatıcı, utanmış. Salaklık kadına göre, eşinin hangi kadınlarla birlikte olduğunu bildiğine göre neden birlikte geçirmesinler o geceyi, adam mahvetmemeli. Mahvedecek, kadının küçümser bakışlarından kurtulmak için arazi olacak hemen. Devam: Gezi’nin oralardan Beyoğlu’na, ara sokaklara, rakılı masalara. Yan rollerin aranan aktörü geliyor, işten çıkmış herhalde, çöküveriyor. Eşinin haberi yok, iki tek atıp uzayacak, gidene kadar kafa ütüleyecek. Ayıklama işleri mi anlatıcınınki, evet, ayıklama. “O biçim”. Gülüyor yan rolcü, yüzünün bozuğu meşhur. Yaşamından roman olur. “Herkesin yaşamı bir romandır. Yaşanmadık! Yazılınca yaşanır yaşam romanları. İçindeyken yuvarlanıp geçilir.” (s. 17) İyi ki kısa bu roman, buna uzun uzun katlanmak zor olurdu. Akbal yüzeyde bir yerde geziniyor, izlenimleri azıcık derinlere inse fşlop diye fırlıyor.
Nostaljiyi bulmak isteyen olur, şehrin tarihini anılardan çıkarmak isteyen, tam onun metnidir bu. İstanbul’un en insanlı yerlerinden manzaralar sunuyor anlatıcı. 1930’lardan, 1940’lardan geçen kameranın gösterdikleri arasında neler var, Fatih’ten tramvayla Beyoğlu’na gelmece, Alkazar Sineması’nda otuz bölümlü filmler -bunun ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok- ve henüz yıkıma uğramamış tarihî yapılarda geçirilen zaman. Buralardaki köşkler çoktan apartman oldu, sonra yıkılıp bu kez daha bir apartman oldu, birkaçı yan yanaysa siteye dönüştü, biz köşk hallerini görüyoruz ki anlatıcı bir zaman evden ayrılmış yine, dedesinin yarı yıkık köşkünde sığıntı gibi yaşamış. Ara sokaklarında masalara düşmüş Beyoğlu’nun, sabahlara kadar gazetede çalışıp kalıpları bağlamış, yazıları sallamış, son tramvayla yorgun argın evine dönmüş. Çok şey yapmış, yaptıklarını sıradanlıkla anlatmış, ben de son bir alıntıyla bitirmişim yazıyı, süper. “İnsan bir ormandır. Her anı bir ağaçtır içinde. Upuzun, dört köşe, yuvarlak, kimi dallar yeşil, kimi dallar kuru… Yaşam esintilerine tutuldu mu, acı verir bu dallar birbirine çarptıkça. Tek tek sallandılar mı, hoşlanırız da, hepsi birden coşkuya kapıldılar mı dayanılmaz bir depremdir.” (s. 78)
Cevap yaz