Akbal’ın, “Ben buraya niye çıktım, neden çıktım, niçin çıktım?” tandanslı kayıtları haricinde dikkat çeken çok şey var, anıları iyi mesela, edebî görgüsü tamamen cort gibi görünüyor. Ele alınası yirmi üç madde falan belirledim, bakalım. Gülten Akın’ın şiirlerinden bahsediyor iki üç yazıda, beğeniyor ama Akın o anlaşılmaz şeyleri şiire sokmasa daha iyi olurmuş. Anlaşılmaz şeyler. İkinci Yeni, Üçüncü Yeni, bilmem ne, Akbal o tarafında değil işin, alabildiğine açık şiir istiyor. Şiir anlaşılır şeyler anlatmalı, kapalılığa falan ne gerek. Attilâ İlhan süper şair mesela, açık yazanların çoğu öyle. Edip Cansever’in Memet Fuat’a, “Şiir kapalı değil, sen şiire kapalısın,” dediğini söylüyor bir röportajında Ece Ayhan, o hesap. Öyküde de aynı durum var, genç bir öykücüyle konuşmuş Akbal da genç öykücü öykünün geniş okurdan uzaklaşmasını iki sebebe bağlamış: Kafka modası ve Sait Faik’in Alemdağ’da Var Bir Yılan‘ının yarattığı dalga. “Anlamsız bir bunalım edebiyatının öykücülerimizi sınırlandırması. 1950’den sonrakiler öyküyü mutlu bir azınlığın bile sevip anlayamayacağı bir duruma getirdiler. Öykü okuyan kalmadı gibi bir şey. Edebiyat, edebiyatçılar arasında şifreli bir konuşma halini aldı.” (s. 163) Akbal kendi çağını göremeyen bir yazar, kısıtlı çevresiyle yetiniyor. Beğendiği yazarların çoğu bugün ortada yok, bir kısmını eş dost kontenjanından değerlendiriyor da yarına kalacakları öngörürken pek açılıyor Akbal, Demirtaş Ceyhun’un veya Mehmet Seyda’nın dönem yazarı olduklarını fark edemiyor. Yayıncı olan öykücüler, denemeciler, şairler de işe yaramamışlar, Memet Fuat olsun, Şükran Kurdakul olsun, kim varsa gerçek öyküyü, şiiri bir kenara bırakmışlar, umut kırıcıymış bu. Memet Fuat şiirde yaya kalmadı aslında, araya mesafe koysa da İkinci Yeni’yi destekledi, Latife Tekin gibi pek çok yazarın metinlerini bastı, Akbal için önemsiz bunlar. Gerçi 1960’ların ikinci yarısından bu günlük, o zamanlar yeniye biraz daha uzak olabilir Fuat, yine de Akbal’ın eleştirilerinden nasibini almış. Papirüs debelenmesi var konuyla alakalı, derginin ilk sayısındaki yazarı bilinmeyen yazıda Akbal’ın çağın gerisinde kaldığından bahsediliyormuş, Akbal bu yüzden delleniyor. Hep Flaubert, Gide, oralarda dolanıyormuş da yenilere, değişimlere neden bakmıyormuş, Akbal kendini savunurken Camus’yü çevirdiğinden falan bahsediyor, hem eskide de yeni bulunabilirmiş. Gerçekten edebî görgüsü de tartışılır Akbal’ın, modernist yazarlardan bahsedeceği tutsa çektikleri acıların ötesine geçmiyor, hani sanatçı parasızlıktan öldüyse toplumun sanata daha fazla önem vermesi lazımmış, bu tür şeyler. Cemal Süreya’dır diye tahmin ediyorum o yazıyı yazan, bıkmıştır artık hep aynı isimleri görmekten. Boğuyor bir süre sonra Akbal, Flaubert’in göz kanatmaya başladığından habersiz. Şu da var, matrak: “Para vererek aldığım bir dergi, Papirüs. Kitap yazıları, gazete fıkraları yazdığımdan bütün dergiler gelir evime. On yıldır böyle. Alışıyor kişi dergilere para vermemeye, onları posta kutusunda bulmaya. Ama Papirüs’ü parayla alıyorum üç sayıdır. Bu gereksinmeyi duyuyorum. Benim için bu, bir değer yargısı: Vazgeçmemek.” (s. 158) Vahlar olsun. Adam yazı yazsın diye kapısını aşındırmadınız mı, bir dergiciği çok mu gördünüz nedir, parayla dergi aldırmak nesi? Neyse, Mehmet Seyda’nın yazısını görünce yumuşamış herhalde Akbal, dergiyi övüyor bu kez. Tahir Alangu’nun yaşamını anlatmış Seyda, Necatigil’le ilgili yazı da yumuşamanın ikinci gerekçesi olmalı, Akbal’la Necatigil çok eski arkadaşlar. Sonuçta yoruyor Akbal, tekrarlarının sonu gelmiyor, yazmakla ilgili gevelemeleri tatsız. Yarım bıraktığı öykünün karakterlerini zaman geçince tanıyamamaya başlamış, meğer zaman kurguyu bozarmış, öykü yazmak süper bir olaymış, eski öykülerini sanki bir başkası yazmış gibi geliyormuş, klişe işler. Bazı yazılarının özünü fıkralarında da gördüğümü sanıyorum, oradan alıp oraya koymuş, ikinci baskı gibi. Meh. Çelişkilerine bir şey diyemiyorum çünkü zamanla çelişebilir insan kendisiyle, mesela bir yazıda güdümlü öyküleri gömen bir eleştirmene çatıyor Akbal, yazar dediğin çağının aynası olacakmış, anlaşılır şekilde yazacakmış, toplumun sorunlarını dile getirecekmiş. Başka bir yazıda tam tersini söylüyor, yazar kendi dünyasından çıkmazmış da çevresinde gördüklerini isterse yazarmış, yazmak zorunda değilmiş. Bu konuyla ilgili çok iyi bir fikrim var, herkesin istediğini yazması sorunu ortadan kaldıracaktır. Evet. Toplum umurumda değil ve umurumda, kurmacaya nasıl yansıyacağı sayısız parametreye bağlı olduğu için masaya toplumsul metin yazmak için oturmak biraz şey, kakavanlık. Kanaat önderleri hemen “höö” diye eleştiriyorlar, halt ediyorlar. Bırakın kardeşim şu insanların yakasını artık, “kimse öykü okumuyor bunlar yüzünden” ne. Akbal’ın eleştirilerinden biri kendisine cevap aslında: “Kişisel alışkanlıklarımızın tutsağı olmak. Yalnız kendi beğenimize körü körüne bağlanmak. Yargıç katına sürüklermiş bu çeşit sözcükleri yazanları, söyliyenleri! İyi ki öyle bir yetkisi yok! Olsa, hep yanacağız demek!” (s. 13) Denk geldim de, Necatigil’in “yeni” şiirlere tepkisini anlatıyor Akbal, öğrencilerden biri anlamsızlıktan bahsedince Necatigil çevirdiği bir şiiri örnek olarak sunmuş, Alman okurlar şiirden hiçbir şey anlamadıklarını söylemişler de çevirisi gayet anlaşılırmış. Akbal şiire zaman zaman açılıyor, zaman zaman kapanıyor demek ki. Çeviri metinlerin artmasından yana olmadığını da ekleyeyim, o kadar çok çeviri varmış ki yerli yazarlar okunmuyormuş. Aslında Akbal’ın söylediklerinden manzaranın negatifi çıkıyor ortaya, günümüzde de böyle: yayınevlerinin bastığı çeviri ve telif eserlere bakıyorum, arada uçurum var resmen. Dibi görünmeyen uçurum, yani maddi kaygılar filan olmasa X’i bastıktan sonra Y’yi basmaya yüzüm olmazdı açıkçası. Tuhaf. Akbal çevirmen bir de, Veba‘dan sonra o pek sevdiği arkadaşlarının metinlerini nasıl hunharca övüyor, anlamış değilim. Ha, edebiyatımızın süper bir yerde olduğunu da söylüyor, eskiden elli yılda anca gelen Batı rüzgârı artık direkt vuruyormuş, geri kalmıyormuşuz, omuz omuza yürüyormuşuz dünyayla. Peh. İtalya’daki yazarlar toplaşmasında konuşulanları tam olarak anladığından emin değilim, Sartre başta olmak üzere dönemin pek çok meşhur yazarı gelmiş o etkinliğe, deneysel edebiyat hakkında konuşmuşlar, mevzuyla ilgili asgari bilgiye haiz olduğu şüpheli Akbal’ın anlattıkları da Sartre’ın şöyle değişik olduğu, şehrin böyle bombastik olduğu, o kadar.
PEN’in bir türlü örgütlenememesi ilginç, Türk Edebiyatçılar Birliği on beş yıldır bir oda açamamışlar bünyelerinde, neyse ki Fikret Adil kovalamış da yapmışlar bir şeyler. Şevket Süreyya Aydemir’in Tek Adam‘ını okumuş Akbal, bilmediği pek bir şeye rastlamamış, iyi bir derlemeymiş metin. Toplantılar hoş, Külebi’yle Cansever ilk kez aynı masaya oturduklarında oradaymış Akbal, aralarında geçen konuşmalara değiniyor az. Bir dostunun şiirle ilgili düşüncelerine yer veriyor, kendi düşünceleri aslında: “Anlamsız şiir dünyada modasını geçirmedi diyor biri. Bizde de anlamsız şiir yazılıyor hep. Bunaltıları yansıtan anlamsız şiirler! Nerde kaldı anlamsızlık? Durmaksızın bunaltı yansıtan bir şiirde tek anlamdan başka anlam mı kalır?” (s. 39) Dağlarca’yla bitireyim, bir şiirinden ötürü yargılanan Dağlarca şiirini mahkeme salonunda okumak zorunda kalmış. Akbal için büyük olay, o güne dek ne bir matinede ne bir sofrada okumuş şiirini Dağlarca, ilk ve son kez gerçekleşen doğa olayının kaydını almayı çok istermiş.
Dönemin toplumsal, politik gelişmelerinin değerlendirildiği kayıtlar eh, sanki fıkralar için taslak gibi duruyor. Yine anılarına gömülürüz Akbal’ın, diğer mevzularda ilgi çekici pek bir şey yok.
Cevap yaz