Kaç gündür “Ses Maketi”nin ne süper bir öykü olduğunu düşünmüyorum, okuduktan bir saat sonra aklımdan çıkıp gitti öykü ama sorun öyküde değil, aklımda, dolayısıyla bu öykünün süperliği benim aklımdan bağımsız bir süperlik. Genel olarak öyküden ve süperlikten bahsediyorum, mesela “Tamamen Yalnız Değil”i unutmam, Keret’in, Küskün Kahvenin Türküsü‘nü hiç unutmam, Yağmur Damlaları Arasındaki Mesafe olsun, Lydia Davis olsun, çapı genişleten müthiş yazarları ve eserleri zaman zaman unuturum ama mevzunun öykü ve süperlikle ilgili olduğunu unutmam. Jon McGregor’ı da anayım, ufkumu açtı bir ara. Hasılı Duruel’in bu öyküsü, bu öykünün ardından gelen diğer öykülerle birlikte zamanının ötesinde değildir de zamanının edebi eğilimlerine nanik eyleyerek yenileşmiştir, yenicilliği günümüzde dahi geçerlidir. Nedir, belki tek falsosu epigraf niyetine yazılmış açımlayıcı bölümdür, anlatıcı yıllar sonra anlattığını söylediği hikâyesini birkaç satırda özetlemiştir, lüzumu tartışılır. Anlatıcımız yurt dışından yeni dönmüş, uzmanlaştığı seslerle ilgili birtakım toplantılara katılmaktadır. Ses Dağıtım Merkezi’nin yöneticilerinden biri arar, bir dizi konuşma hazırlamasını ister. Sevinir anlatıcı, hazırlığını yapıp Merkez’e gelir ve adamımızla karşılaşır. Toplantılarda denk geldiği biridir adam, anlatıcının aklında silik bir imgedir. Aralarında uzak, soğuk bir konuşma geçer, anlatıcı bir paragraflık öz anlatıya kaptırır, lüzumu tartışılır bunun da: “İrili ufaklı değerlendirmeler, yargılar, sıfatlar, katılayım katılmayayım üstümde kalıyordu ve ben kılımı bile kıpırdatmıyordum. Üşengeç değildim, vurdumduymaz hiç değildim, insanlara karşı ilgisiz değildim; yine de nedenini kestiremediğim bir telaş, açıklamalar yapmaktan alıkoyuyordu beni.” (s. 12) Gizemli adamımız ön planda, bu açıklamalar hiçbir işimize yaramayacak ileride, yük. İşte, konuşmalar yapılır, anlatıcının konuşmalarından çok etkilenen bir kız mutlaka yüz yüze görüşmek istediğini söyler. Umursamaz anlatıcı, işi bitince çıkıp gitmek ister ama adam beklemektedir, tekrar karşılaşırlar ve upuzun açıklama bölümü başlar, adam derdini anlatır ve bilgi topağı oluşturmaz çünkü yeterince merak uyandırmıştır, merakla bilgi birbirini dengelemiştir, denge iyidir, öykünün bir yana eğilmemesini sağlar. Adamın derdine gelelim, anlatıcının önceki yıllardan bütün konuşmalarının yer aldığı tozlu bir dosyayı çıkarır. Sesin gölgesidir yazılanlar, ses okunabilir ama duyulamaz haldedir. Kaybolmuştur, yitip gitmiştir, adamın çocukluğundan beri duyduğu ve yitirdiği sesler için tuttuğu adın bir parçasıdır. Kapı zili, telefon zili, klaksonlar, kuş sesleri, ne varsa. Anımsadım da kimin düşündüğünü hatırlayamadım: Beethoven çalışıyor, ses dalgaları yayılıyor, o sıra dünya dönüyor ve dağılan sesler evrenin bir parçası haline geliyor, uzaydan gelen tozların altında kalıyor, atmosferi aşıp uzaya karışıyor, dağılmış ne varsa tutup bir araya getiriyoruz ve kaç asır önce bir arada duran parçaları tekrar oluşturuyoruz, Beethoven’ın bedeni de bir araya geliyor, bütünü tekrar ortaya çıkarıyoruz. Adam yapabilse yapar bunu, nesneleri sese dönüştürmeye çalışıyor, ilişkiler, duygular, her şey ses. Ben Beethoven dedim, öyküde Efes’in tümüyle yeniden kurulmuş halinin Efes olmayacağı söyleniyor, kent yeniden kurulur ama kentte gezinen iki kişinin seslerini canlandıramayacağız adama göre. Daha kapsayıcı bir ölçekte mümkün, Jacob D. Bekenstein Kütleçekim, Karadelikler ve Bilgi Üzerine nam metninde t değişmezliği‘nin değişebilirliğinden bahseder, dağılımı geriye işletebiliriz ama akıl almaz ölçüde büyük bir enerji lazım, karasından. Dağıtmayayım daha fazla, adam stüdyodaki her girintinin ve çıkıntının sesleri tutup yansıtma niteliklerinden bahseder, doldurulan bir delikte tüm seslerin yuvalandığını ama deliğin kapatılmasıyla sesleri, varlığın ruhunu yitirdiğini söyler. Belleği bomboştur artık, sesleri aramaktadır. Anlatıcı bir başına kaldığında adamın anlattığı şekliyle Merkez’i inşa eder, adamın sesini hapsetmiştir, kısık sözcüklerini parça parça duyar: “‘Seslerim… seslerimin sırtını oydular… seslerim parçalandı… hoyratlık… kim öğretecek seslerimi… korunaksız seslerim… nasıl toplarım.. nasıl..’” (s. 25) Maket parçalanınca adamın sesi kaybolacaktır bu kez, zaman her şeyi insanın anlayamayacağı bir forma sokacaktır daha doğrusu, değişimi takip edememek anlamı ortadan kaldıracaktır. Sonu ayrı bir hikâyeciktir bu öykünün, şahane bir finaldir, algılananın algılayandan başka bir şey olmadığını gösterir. Paşa keyfimin isteğiyle Türkçe öykülerin en iyilerinden biri olarak ilan ediyorum bu öyküyü, bir saatliğine.
“Su” bir uyurun anlatılmasıdır. Rüya uyurun ağzından anlatılır, italik. Dış ses çocuğa seslenir, sarmal yapıyla öykü. “Uyuyan bir çocuksun. Uykudan uyanıklığa geçişin tülden ince saydam aralığında yüzüyorsun. Deve çanları saplandı uykunun en kuytu yerine ve dipsiz bir çukur açıldı orda. O çukur senin yedi kat yeraltındaki uyku gözündür. Ordan bakıyorsun.” (s. 27) Dış ses de rüyaya dalar hemen, kavakların dibinde açan menekşelerden uyurun ailesine düşsel geçişlerin arasında salınırız, dil de akışkanlaşıp sahne değişimlerini hızlandırır. Form pek bozulmaz, rüyanın boşluklarına denk gelmeyiz, sözcükler görünenleri kesinler, bozulmaz. Uyurundur: “Bir yüzüm var. Arada bir aynalarda görüyorum. Bir sesim var, işitiyorum. Sesimi nerelere koyacağımı bilemiyorum, yakıştırıp hiçbir söze yerleştiremiyorum.” (s. 34) Zil çalıyor, rüyayla birlikte öykü de bitiyor. 1989-1990 Yunus Nadi Yayımlanmamış Öykü Ödülü İkincisi “Burgaç”. Düşsü, tekinsiz, Lispector işi. Mermer bir platformda toplanmışlar, bir avuç. Yaptıklarından çok yapmadıkları var artlarında, didişmeleri, umutları, gün ışığı görmemiş gizleri yanlarında. Saptanmışlar, yerleştirilmişler, seçilmişler. Kendilerini coşkuyla seviyorlar, “biz” diyorlar çünkü “biz”ler, mermer platformda işlerine odaklanıyorlar da bir şey oluyor, parçalar haline geliyorlar, anlatıcı çoktan ayırmış kendini onlardan. Aralarında biri var, ceplerinde türlü çeşitli taşlar, renkler dökülüyor deliklerinden. Dışta biri, hikâyelerini anlatıyor da dinlemiyorlar bir süre sonra, bıkıyorlar. Bir seçim yapılacak, seçilenin neden seçildiği, seçimin amacı, bunlar öykünün pekliğinde yersiz. Gidecek olan bellidir, “Odysseus” lakabının hakkını verir giden, adamın cebindeki taşlardan bıkmışlardır zaten. “‘Küskün olduğum ağabey, cumartesiler ülkesi prensi, böyle çöken sen misin!’ diyememiştim. ‘Hepimiz savurduk hayatımızı, ama sen…’ diyememiştim. ‘Sen çökerken inancımızı da çökertirsin,’ diyememiştim.” (s. 46) Hep seyirci olacak biri değildir giden, yine de anlatıcının iddiasını yüklenmiş de mi gitmiştir, bıraktığı düş keselerinden çıkan mutlak yokluğu bilerek mi bırakmıştır, bilinmez. “Sen de Oradaydın” doğmuş ve doğurulmuş olmanın izlenimleridir, bir canlıyı dünyaya getirmenin anlamlarıdır, anlatıcıya göre canlı olmanın da anlamıdır. Hemşire elini uzatır da çeker, yunuslardan ayırır çekileni, cennetten koparır, yeryüzüne atıverir. Leyla içinden çıkanı düşünür gece boyu, hemen yanındadır. “Meğer uçsuz bucaksız bir mağaraymışım ben, diye düşünüyor Leyla. Yavru artık karnında değil, yanında. Doğumdan organlarında kalan izlenim sayısız kez tekrarlanıyor. Yavrunun mağara duvarlarını zorlayarak, kemikleri açıp çatırdatarak, dar boğazları atlatarak bacaklarının arasına kayışını; bu muhteşem serüveni yeniden yeniden yaşıyor.” (s. 48) Teyzesininki bundan uzak, gelin gittiği evin bahçesinde, büyük dut ağacının altında kanlı bir elbiseye eğik yüzlü bir teyze. İşkencedir bir yandan, kendisine onca acıyı çektiren delikanlıyı sevebilecek midir Leyla, bilemez. Sokağa çıkar, onca insanla karşı karşıya gelince düşünür, hepsi doğmuştur. Hepsi anne karnından çıkmış veya çıkarılmıştır, akıl alır gibi değil. Anneler çoktur, anneler sayısız kez doğurmaktır. “Artık kimse konuşamıyor, yürüyemiyor, duyamıyor. Yalnızca doğuruyor ya da doğuyor. Bütün eylemler donuyor, yalnız doğurma eylemi kalıyor. Yer gök, doğuran kadınların ıkıntılarıyla, doğmakta olan erkeklerin, kadınların, çocukların, gençlerin, bebeklerin ilk çığlıklarıyla inliyor. Caddelerden oluk oluk kan ve patlayan son keselerinden taşan sular akıyor. Arabalar, buzdolapları, videolar, bilgisayarlar ve reklam panoları ve binbir türlü mal, giderek azgınlaşan taşkında oradan oraya sürükleniyor.” (s. 55) Leyla düşünüyor, bu dehşetin ortasında hâlâ mutlu, sevinci sonsuz. Canından türeyen bütün bu dehşet sahnesini mümkün kılan, aynı zamanda tahammül gücü veren. Ne çelişki. Belki de henüz idrak edilemeyenin görüngüsü, duygu karmaşasından ötürü.
Okunmalı. Öykünün farkı. Böyleliği.
Cevap yaz