1980’lerin ilk yarısındaki baskı ortamının karşısına görece özgürleşmeyi yerleştiriyor Gürbilek, ikinci yarıdaki daha modern ve sivil iktidarın sunduklarıyla darbenin bastırdıkları arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Şöyle de okuyabiliriz, tüketim toplumunun yaratımı sürerken politik ortamın, solun yükselişinin etkisi, sermayenin kültür gibi vasıtalar yoluyla yayılmasını yavaşlatınca darbe dank diye indi kafaya, ortada hiçbir şey bırakmadı. Sivil toplum kuruluşları, sendikalar, toplumun gerek sosyal gerek ekonomik açıdan taleplerini gösterebileceği, ifade alanı bulabileceği her türlü yapı toz duman edildi hatta insanların elinden yaşam hakları alındı, on yılın ilk yarısı böyleyken ikinci yarıda özel, kişisel olan kamuya boca edildi, böylece bir hak arama noktası niteliğindeki kamusal alan bayağılaşan bireysellikle işgal edildi. Bu dönüşümün pek çok yüzü var, Orhan Baba’dan Yine Seks Hikâyesi Yazan Feridun Abi’ye kadar görmediğimiz insan kalmayacak, arabeskin anaakıma dahil olmasıyla yüksek kültürün tahtından edilmesi ve cinsellik gibi cız konuların basın yardımıyla arka sıralardan en öne geçirilmesi gibi mevzuları Gürbilek’in berrak anlatımıyla bağlama oturtacağız. Şudur kısaca: “Sonuçta birçok şeyi aynı anda, aynı kısa zaman aralığında yaşamak zorunda kaldık: Baskı döneminin olağanüstü koşullarını, Kemalizmin bu topluma sunduğu modernleşme vaadinin çöküşünü, bu topluma biçtiği modern kimliğin parçalanmasını, Türkiye’nin Doğulu ya da taşralı yüzünü kültürel alanda yeniden keşfetmesini, seçkinciliğin bastırdığı her şeyin geri dönüşünü, tüketim toplumunun vaatlerini, birden bir bolluk toplumu görüntüsü yaratmayı başaran medya ve reklamcılığı ve bütün bunların hem kalabalıklara hem aydınlara vaat ettiği yeni imkânları…” (s. 17)
“1980’lerin Kültürel İklimi”: Kültür ikiye ayrıldı, merkezî iktidarca bastırılan hayat alanlarının yanında merkezsiz bir söz patlaması. Mahremin kamusallaştırılması Batı’da yüzlerce yıl önce başlamıştı, özel hayatı teşkil eden yapılar sınıflandırılırken kurumsal bilgiye dair çıktılar sistemli bir bilimsel toplam haline geldi, bizdeyse cinselliğin tıbbileştirilmesiyle “sapık” addedilen toplulukların devlet eliyle rehabilite edilmesi gibi kontrol mekanizmaları çıktı ortaya. Eşcinsellerin, “teröristlerin” sağaltımını amaçlayan sempozyuma psikiyatrlar, nörofizyologlar, ceza hukukçuları, adalet ve içişleri bakanları katıldı, süper tayfa. Ezilenlerin sesini kısmak yetmedi, özel hayattan devşirilen meseleler reklam ajanslarının, televizyonun, gazete ve dergilerin yardımıyla hemen tüketim nesnesine dönüştürülerek piyasadaki boşluğu doldurdu, böylece yakın tarihin “sömürü”, “emek” gibi önemli kavramları ideolojik yüke dönüştü ve unutturulmak istenen sol o harala gürelede yitip gitti. “Vitrinlerin bolluğu” diyor Gürbilek, o alacalı manzaradan gözü almak kolay değildi. “Pop tarih” bir kere üretildikten sonra kavramlar toplumsal karşılıklarını da yitirdi, imgeler uçucu görüntülere dönüştü, vatandaş haberlerde gösterilen şiddetten kaçmak için eve kapanıp politik sorumluluklarını unuttu, haberlerden bir saat sonra yayımlanan şeker pembe dünyaların bir parçası olmaktan ibaret bildi yaşamayı. “Görüntünün bittiği yerde, ikinci Türkiye başlıyor: Bütün bir söz patlamasının ortasında söz hakkından mahrum bırakılmış, hapishaneye kapatılmış, yasaklarla yönetilen, anadilini konuşamayan Türkiye.” (s. 29)
“Vitrinde Yaşamak”: Şeffaflık Toplumu‘yla birlikte okunduğunda vitrinin ekrana dönüşme süreci de anlaşılır, iyi. Kendini sergilediği kadar var olan insan: Bret Easton Ellis’in Glamorama‘sını hatırlıyorum, göründüğü ölçüde gören karakterin psikotik hallerini. Buradan Bedrettin Dalan’a atlayacağım çünkü Gürbilek bu ilginç figürle kuruyor çatıyı, Dalan’ın gözlerinin maviliğiyle Haliç’in maviliği arasındaki ilişki rantın gösteriye dönüştürülmesinin sembolü adeta, şehre toplumun uygarca barınabileceği bir yaşam alanı olarak bakmak yerine maviliğe odaklanmak. Yabancılık. Georg Simmel’e göre kayıtsızlık ve mesafe, zihinler arasındaki ayrılığı görünür kılıyor. Baudelaire’den de bahis, yoksullardan “gözler ailesi” olarak bahsedilmesi. Turist bugün gelip yarın gider, aidiyet duymaz ama yabancı gidemez, kalır, kendine yakın olanı bulmaya çalışır. Arabesk bu durumda şehirdeki yabancıya sesleniyor Gürbilek’e göre, ne köylü ne şehirli arabesk yersiz yurtsuzluğu ortadan kaldırdığı için popüler. Anakronik, farklı yer ve zamanlara ait, üslubu yok, duyguları manipüle ederek hemencecik tüketilebilir ve estetik değerinden ötürü doyurucu olmadığı için devamlılık talep eder. Seyirlik toplumda iş böyledir ki bizde iktidarın baskıladığı enerjiler cabasıdır, genellikle alt sınıfın arabesk dinlediği düşünülse de Kemalizmin kültür ideolojisinin etkisini yitirdiği düşünüldüğünde orta-üst sınıfın da arabeske kulak vermesi mantıklı. Tabii bu kulağı mahreme dikilen gözlerle birlikte düşünmek gerekiyor, Gürbilek’e göre altkültürlerin egemen kültürün simgelerini çalmasıyla tüketim toplumunun aynı simgeleri sınıfsal ya da tarihsel içeriklerinden arındırıp piyasaya iade etmesi birlikte ele alınmalı, görece özgürlüğün arabesk dinlemeye indirgenmesinden sonra özgürlük ihtiyacının karşılanmasının arabeski tahtından etmesi veya şekil değiştirmeye zorlaması makul.
“Adlandırılmak”: Söz patlamasının yol açtığı vakalardan biri “söyleme kışkırtma”, Foucault’dan esinle. Engellemek, yasaklamak yerine ayrıştırmak, çeşitlendirmek ve görünür kılmak kontrolü kuvvetlendiriyor, “iktidarın daha parçalı ve kısmi bir nitelik kazandığı süreç” 1980’lerde ayyuka çıkınca adlandırma ve görünür kılma önem kazandı. “Söze dökülebildiği sürece, uzmanlar ve otoriteler tarafından ne kadar aykırı görülüyor olursa olsun, her yaşantı aynı normallik parantezinde anlatılabilir. Çünkü bir zamanlar normalleştirmeyi mümkün kılmak için gerek duyulan kurum ve pratiklerin yerine getirdiği denetleme işlevi, artık sözün kendisine sinmiştir.” (s. 46) Söz estetik bir kilit haline gelince özgürlük söyleme indirgenir, söylemin kendisi denetçidir artık, anonimliğin istenmediğini doğrudan gösterir çünkü bilinmeyen üzerinde iktidar kurulamaz. Haber dilinin değişimini örnek verir Gürbilek, Ahmet Oktay’ın dikkat çektiği üzere fiillerin başlıklardan kaldırılması yoluyla oluş, eylem yerine imajlar ve söz dünyası öne çıkar, “Memura Bir Parmak Bal” gibi başlıklar görüntüden ibaret bir dünya sunar ancak. Yeni Gazetecilik tandanslı bir yönelime benziyor, orada da olayların içindeymiş gibi anlatıp estetiği, kurmacayı öne çıkarma kaygısı vardı, bizdeki versiyonda hakikatin geri plana atılması dert.
“Mahrumiyet”: 12 Eylül’ün hemen ardından haberlerin içeriği değişiyor, aile içi cinayetlerden geçilmiyor gazeteler, böylece devlet şiddetinin işaretleri ortadan kaldırılıyor. Özel hayatın olgusuymuş gibi ayrıştırılan suçların gösterdiği üzere sansür kurgusal ve risksiz haberlere rağbeti artırdığı gibi çöktüğü yerin tam zıt noktasından yeni yayınları portlatıyor: yeni dergiler, gazeteler, haftalık metinler, ev kadınlarına hitap eden özel ekler, bir dünya şey. Özel hayat bu alanda var olmaya başladığı zaman sermayenin sağladığı ortamın eğimine göre tornaya girdi tabii, şehir yaşantısı ve modern hayat içinde özel kabul edilen her şey genelleşti, özgürleşme vaadinin sonucu olarak paketlendi ve satışa sunuldu. Gürbilek özelle kamu arasındaki ilişkinin izini Antik Yunan’da bularak günümüze kadar getiriyor, vardığı nokta: “Modern adabın tarihi, aynı zamanda özel olanın kendisini yabancılardan ayrıştırmasının tarihidir.” (s. 60) Şehirler yabancılarla iletişime geçme alanları, ayrıca Sennett’ın “sahne” dediği alanlar, buralarda maskeler takılıyor, kişilik korunuyor, zaten pek az kişi yerleşik olduğu için kamusal ilişkiler bürünülen bu roller üzerinden sağlıkla yürüyor. Sanayi şehirleri bu yapıyı değiştirdiğinde burjuva ailesi sokağı tehlikeli bulmaya başlayıp kamu hayatına sırt çeviriyor, aile içine kapanıyor ve sıkıyönetim ilan ediliyor. Dışarıda ne olduğu önemli değil, gerekirse parası verilir ve yoksullardan oluşan yığınlar göz önünden kaldırılır. Buradan Ankara‘ya gidiyoruz, Gürbilek roman üzerinden Cumhuriyet düzeninin eleştirisini sunuyor, devletin makbul bulmadığı değerleri temsil eden kesimlerin onca baskıdan sonra zincirlerinden kurtulduğunu, fakat bu özgürleşmenin de piyasanın güdümünde gerçekleştiği için aşındığını, sömürüye yol açtığını söylüyor. Akışkanlığın yol açtığı hasarlar olarak da görebiliriz yaşananları, kavramların karman çorman halleri rıza üretimini sağlayan işlevsel aparatlar.
Gürbilek’in okuduğum ilk metni bu. İyi bir denemeci Gürbilek, göz açıcı.
Cevap yaz