Düzyazı şiir varsa şiir düzyazı diye bir şey de olmalı, Zorlu’nun öykülerini düzyazı şiir ilan ediyorum, ettim. “Bir şehri yüz defa söyletme bana!” diye bitiyor metin, İzmir’in her bir köşesi yüzlerce kez söyleniyor oysa, insanlarının hikâyeleri anlatılıyor, Marika şehre geri dönsün diye. 6-7 Eylül olaylarından sonra Atina’ya göçen Marika, anlatıcının annesinin çocukluk arkadaşı olduğu için, annesiyle araları çok iyi olduğundan teyze bir nevi, katledilmekten korktuğu için göçen dostlardan, tanıdıklardan sadece biri. Yıllarını geçirdiği şehrin hikâyelerinden mahrum kalıyor, gittiği yerde muhtemelen Anadolulu olduğu için dışlanıyor bir yandan, anlatıcının maksadı onun yokluğunda ne olup bittiğini anlatmak, sokakların tarihçesini çıkarmak, Marika’nın yaşamdan geri kalmamasını sağlamak. Marika evinin ruhunu duyamıyor artık, doğduğu şehrin havası kıyının karşı tarafından esintilerle gelebiliyor, bu yarımlığı tamlama çabası on beş öykü halinde karşımıza çıkıyor. “Karşılama” kısa, diyalog. Yol yorgununa şehir gezdirilecek, her şeyi unutmak için. Travmatik ayrılıklarda geride tam bir hikâye kalmasının hasarı en aza indirmesi mantığı. Anlatıcı uzun zamandır şehri gezdiğini söylüyor, başlangıcı unutmuş, bitiş uzak. Neriman’ı tanıtıyor sonra, annesi, Marika’nın arkadaşı. Birkaç çocuk, işe yaramaz bir eş, Alsancak’ta mutsuz bir aile. Kurulacak, insanlarla ilişkilerinden burukluklar çıkarılacak, anlatıcı şehri unuttukça yabancılaşacak, böylece Marika’ya yer açacak. “Sen de buraya bizi birbirimize düşürmek, kapıştırmak, bakışımsızlığımızı anımsatmak için gelmedin mi, Marika? Bu yükün altından kalkabilecek miyiz? Bizi layığıyla kışkırtabilmek için adını unutabilecek misin?” (s. 14) Aile köye gitmek istediği zaman çocuklar istemeyecek, sopayla götürülecekler. Sütçüden veresiye süt alınacak, yılanlar beslenecek. Mahalleli bir bir sayılırken okunacak öykülerin karakterleri yavaş yavaş ortaya çıkıyor, tekrarlanan diyaloglarla izlekler belirleniyor, örneğin ailenin babasına açıklanması gereken facialar, toplumsal baskılar vs. her hikâyenin yapısını da oluşturuyor bir açıdan. Marika’nın varlığı her öyküde dile getirilmese de hissediliyor, en başta şehrin üzerinde dolanan ruh olsun, dallara yürüyüp nar olmak ve çatlamak olsun -bir nar, çatlayınca bir Marika’dan/şehirden bin öykü- sık imgeli bir anlatı dünyasının içindeki olay örgüsü mutsuzluklardan, biraz da çocukluğun büyülü dünyasından oluşuyor.
“İç Kanama”da Serpil’in hikâyesini görüyoruz, Eşe Abla’nın kızı Serpil. Mahallelinin kapıya gelip Eşe Abla’yla kavga etmesi anneyle kızın aralarındaki ilişkiyi iyice kötüleştiriyor, Serpil erketeye yatıp arkadaşlarının rahatça sevişmesini sağlayınca kara listeye alınıyor tabii, anne de kendi travmalarını kızına yıkıyor hemen. Yaşadığı şey görümce terörü basbayağı, görümcesinin nefreti ve eşinin hırtlığı yüzünden Eşe Abla’nın hayata küsmüşlüğü kızıyla ilişkilerini zehirliyor zaten, üzerine Eşe Abla kızının halasına çektiğini düşünüyor, Serpil’le dik dik bakışıyorlar, en sonunda Serpil evden kaçıyor, İstanbul’a gideceğini söylese de pek uzaklaşamıyor gibi gözüküyor, Neriman’ın yanında olduğuna göre. Marika onların yanında, çocukken birlikte oynadıkları sırada çatlamaya hazırlanıyor, tanelerini büyütüyor. Anlatıcı şehirle konuşuyor bir yandan, şehre neler yaşandığını bilip bilmediğini soruyor, bazen hakaret ediyor, bağı her öyküye taşıyor. “Piç Mahmut” bir sonraki. Neriman genç arkadaşına fal bakarken çatıdan gelen gürültüleri duyuyorlar, biri haykırıyor ve kiremitlerin üzerinde geziniyor, Piç Mahmut işte. Oranın meczubu gibi bir şey, sevabına yemek veriyorlar, o da cambazlık yeteneklerini göstererek teveccühlere layık olmaya çalışıyor. Neriman’ın verdiği yemeği yedikten sonra balon gibi havalanıyor, büyülü de biraz. İyice uzaklaşmadan Neriman sesleniyor, Mahmut dönüp bakınca zamanın çok hızlı geçtiğini söylüyor, geçmişe düşüyoruz hemen. Mahmut gençliğinde zımba gibi bir herif, iyinin dostu, kötünün düşmanı, biraz da kitabî sözleriyle fark yaratmış müstesna bir şahsiyet. Daha o zamanlarda çatılarda dolanmaya başlayınca ailesi bu işten vazgeçmesi için yalvarıp yakarsa da Mahmut aşağıdaki dünyayı sevmiyor. Her şeyiyle. “‘Gül gibi memleketi çöle çevirdiniz! Anamızı s.ktiniz! Uyuttunuz ve içine ettiniz hayallerimizin! Umutsuz koydunuz, piç ettiniz bizi!’” (s. 33) Polisler peşinde, Demirkırat’a laf ettiği için karakola atılınca heladan kaçıveriyor, penceresiz heladan kaçmanın tek yolu olarak küçük kenef deliği pek garip gelmiyor polislere, Piç Mahmut söz konusuysa her şey mümkün. Sonradan çocukları da işlemeye başlıyor, cambazlık öğretip bu insan kenefinden kurtulmalarını söylüyor, elalemin sinirlerini iyice geriyor, ardından yakalıyorlar tabii, basıyorlar morfini. Mum gibi dönüyor mahalleye, zayıf, kırık bir adam. Duvarları tırmalamaya başlıyor, dişlemeye de başlıyor, en sonunda belediyenin çöp eşeklerine yük oluyor Mahmut, cansız cambaz.
Anlatım teknikleri öyküden öyküye oynuyor biraz, “Fareler”de körfezin manzarası, caddeler, sokaklar, semtler anlatılırken Marika’ya anımsayıp anımsamadığı soruluyor sürekli, parantez içi anlatıyı kesiyor, tahta kapıların çatlağı, topların patlağı, yampiri evlerin çatılarındaki pirinç süslemelerin güzelliği, mezarlığın sessizliği derken Neriman’ın tecavüze uğradığı zamana dönüveriyoruz hemen, mezarlık kabus yeri. Camdan bir baş uzanıyor, sonra hemen kayboluyor, perdeler çekiliyor. Neriman ne yapıyor, semtin bütün pencerelerini başta o pencere olmak üzere taşlıyor, kırılmadık cam bırakmıyor. “Kaplan”da bu kez oğlan var, Neriman bütün çocuklarını çoban köpeğine dönüşerek gütmeye çalışırken aslında kaçışları hazırlıyor bir yandan, evden birer birer gidecekler, Neriman bir başına kalacak. Kalmadan öncesi elinden geleni yapıp her sıkıntıyı tattırmak istiyor belki, hayırsız kocasından intikamını çocuklara sararak alıyor. Büyü oğlan fıttırıyor tabii, bir gün içip içip eve geliyor, Neriman’a, mahalleliye demediğini bırakmıyor. Komşular hemen dedikoduya başlıyor, Neriman kapıya çıkıp oğlanı bir temiz patakladıktan sonra, “Eline sağlık!” diyorlar, “Bunun babası da böyleydi,” diyorlar, koroya dönüşüyorlar bir anda, trajedi patlıyor. Oğlanın bir küçüğü annesini sevişirken izliyor başka bir öyküde, gözü anahtar deliğinde. Ter içinde kalıyor, adamı yollayan Neriman çocuğa çıkışıyor, şamarlıyor bir temiz. Adam hortlamış bir kadın görmeye başlıyor, Hortlak Nuriye adamın geçmişinden bir figür, onmaz yara. Anlatılan pek çok acıdan biri sadece, bir diğeri Mustafa’nınki. Kahveyi açıyor, abisinin işe gelmeyeceğini anlayınca basıyor küfrü, tek başına bütün gün itle kopukla uğraşmak zorunda. Abi bütün işi kardeşine yıkarak evinde vakit geçiriyor, eşiyle. O sırada boşlar toplanıyor, kapının önünde duran garip tipler kovalanıyor, Mustafa tek başına iki aileye bakıyor. Bakmıyor en sonunda, çok affedersiniz, sikerler deyip -aynen böyle- atıyor önlüğünü ve basıp gidiyor.
Oğullarla kızların aileden kurtulma çabaları Marika’ya anlatılacak hikâyeleri oluşturuyor, sanki sırf anlatılmak için yaşanmışlar gibi. Babalar sarhoş geliyorlar, çocuklar korkuyla siniyorlar, Neriman sesiyle bütün mahalleyi çın çın öttürüyor, çocuklarından, kaynanasından, görümcesinden, her şeyden yakınıyor. Çocukluğu özlüyor bir yandan, Marika’yla geçirdikleri günleri özlüyor ama kalbi taşlaşmış artık, anlatmaya gücü yok, sadece yaşıyor. Şehirden yıllar yılı uzak kalmış olanlar bir gün döndüklerinde aynı hayatı yaşamış olduklarını anlıyorlar, bu da burukluk. Neresi olursa olsun insanların hikâyeleri birbirine benziyor. Aynı kökten serpiliyorlar, meyveleri uzaklara düşüyor, yuvarlana yuvarlana buluyor birbirini.
On sekiz yılda ikinci baskıyı yapmış bu kitap, yazık. Okunmalı, Zorlu’nun dünyası oldukça özgün, basbayağı İzmir kokuyor. Atina’dan ulaşan cevabı duysak şaşırmazdık, benzer hikâyelerle karşılaşırdık sanırım.
Cevap yaz