Erdem’in öykülerini okurken lafa, “Metallica diye bir grup keşfettim, süper!” diye başlayan heyecanlı, pırıl genç geldi aklıma, dolu dolu anlatır da heyecanını seversin bir, çünkü evet, arada sırada açıp sen de dinlersin, aynı heyecanı hissettiğin zamanları anarsın, birkaç şarkıdan sonra da bir daha yıllarca dinlemezsin muhtemelen. Sabredersin, hani bir iki ilginç yorum yapar da dinlemeye ayırdığın emeğin biraz olsun boşa gitmemesini istersin, eh, Erdem’in öykülerinde o ilginçlikler var. Da, kemire kemire sonuna gelmişsin, ağzında ekşi bir tat, o yemişin tatlılığı kurtarmaz. Emeği kurtarmıyor öyküler. Bakalım, “Rüya Gören Kum Saatleri” evrenin upuzak bir köşesine yığılmış milyarlarca kum saatinin tepetaklak edilmesiyle başlar, yerçekimsiz ortamda kumların nasıl aktığına akıl sır ermese de olur öyle şeyler, önemli olan saatin neyi sembolize ettiği, anlatıcının derdinin neliğidir: “Doğru bildiniz: Baş aşağı çevrildiği için rüya görmeye başlayan kum saatlerine ‘insan’ denir. Aslında tanımımız böylesine yalın ve aynı zamanda sihirlidir.” (s. 33) Tahmin mahmin yok da böyle bir şeyle karşılaşınca “Yes bee, tabii laan!” diye bağırasım gelir, anlatıcı benim yerime tahminde bulunup benim yerime sevinmiştir çünkü, süper. Neyse, öyküde kökenimiz, zamansallığımız ve varoluşumuz deşilir, coğrafya öğretmenliğinden emekli anlatıcımızın birtakım felsefi sorgulamaları birkaç örnekle temsiliyet kazanır, Aşiyan’a gittiğinde ruhların köpekbalığı misali peşinden geldiğini düşünür mesela, çiçekler sonsuzluğun kokusunu salarlar, anlatıcımız köpekbalıklarını düşündükçe yaşamanın bir şans olduğunu idrak eder. “Bana çok uzak gibi görünen yaşları birer birer geçerken kendimi ipten düşmemesi gereken bir cambaz gibi hissetmeye başlamıştım. İnsanların ayakları yeryüzüne basıyordu, benimki ise zamana. Dünyadan düşmem olanaksızdı, oysaki zamandan her an düşebilirdim.” (s. 35) Meh, zamandan düşmenin aydınlattığı bir derinlik, biriciklik yok, anlatıcı geçip giden günleri zaptiyelemek için uğraşsa da yüzeyselliğin verdiği güçsüzlükle beceremiyor, eski öğrencisinin eşiyle ilişkisinden zaman tedrisatı üfürüyor. Nedir, boşluk hızlıdır, izler zamanı yavaşlatır, o zaman günleri süper olaylarla doldurmak lazımdır. Zamanla ilgili basmakalıplığın can sıkmaması için anlatımdan, dilden, diğer zımbırtılardan medet ummak hayal kırıklığına yol açtığı için onun yerine gidip bir set squat yaptım 30 kiloyla, iyi geldi. Son bir “meh”le bu öyküyü sonsuzluğa uğurlamak istiyorum: “İnsan çok iyi bildiği şeyden özgürleşirmiş. Ben de yeryüzünü öğrettikçe ve öğrendikçe mekânda özgürleştim. Ve fark ettim ki dünya, şu koskoca dünya, tek bir dünya değildi; orada zaman denilen bir şey vardı ve o, dünya içinde dünya, mekân içinde mekân aça aça, taşları kıra kıra, her şeyi değiştire değiştire ilerliyordu.” (s. 37) MEH.
“Önce Mum Çiçekleri”ni anlatacağım ama şunu söylemem lazım, atölyelerde yazılan öyküleri, ev ödevlerini falan kitaplara almanın okura bir nevi saygısızlık olduğunu düşünüyorum, yani şu öyküden on tane okuduğum için şak diye fark ediyorum artık, Erdem’in Patos’tan çıktığını bilseydim hemen satardım bu kitabı da. Ben dokuz maddede -on iki de olabilir, bilemedim şimdi- Patos tarzı öykü yazma rehberi oluşturmuştum da ödevlere hiç değinmemiştim, değineyim, esas karakteri geçmişine fırlatacaksınız ve geri getirince o çok hüzünlü, hisli anılarının metnini yazdıracaksınız, yazdığı şeyler öykünün finalini teşkil edecek, aynı zamanda okuduğumuz öykünün de ilk cümleleriyle başlayacak o metin, kuyruğunu yiyen yılan gibi düşünebilirsiniz hatta bu ödeve “Patos Ouroboros” diyebilirsiniz. Ne oldu, Arzu Hanım’ın balkonundaki mum çiçeklerinin nostaljik hikâyesi güme gitti. Hiç düşünmüyorlar mı acaba, atölyedeki ödevler zerre değiştirilmeden muhtemelen yıllardır veriliyor falan, yıllar boyunca toplamda beş yüz on kişi o ödevlerden öykü zortlatmıştır, e sen de gariplik kumkuması olmadığına göre örüntüye muhteşem uydun da beş yüz on birinci oldun, illallah? Aman ya, İlkyaz yıllar sonra doğduğu eve gidiyor, komşularına uğruyor, komşusunun mum çiçeği mi ne varmış, başka hiçbir yerde yokmuş o çiçekten, bilmem ne cehennemden gelmiş, kokusu mokusu eşsizmiş, yani özlemin tek katmanlılığı yetmezmiş gibi bir de Patos. Yaka silktim.
“Ev’den – Ev’de: Rapsodi Hayal Kırıklığı”: Afili adını hiç hak etmeyen hoşça öykü. Hoşça. Gürültülerle ilgili, yukarıdan elektrik süpürgesi, sokaktan motor, hızla çekilen sandalyelerin gacırtısı, keman gıygıyı, terlik şıpıdığı, öksürükler, hapşırıklar, anlatıcı hayal kırıklığıyla bir başına kalamadığı için isyan ediyor. İtalikler, yansıma sesler, gürültü parçaları şık, son fecaat: “Durmuyorum. Tekrarlıyorum. Hayal kırıklığı bana yabancılaşmıyor da anonslaşıyor, şarkılaşıyor, şiirleşiyor, öyküleşiyor…” (s. 75) Kafama fırlatılan açıklamalardan kaçınırken gittim ikinci seti yaptım, kıçım iyiden iyiye ağrımaya başladı. “Kırmızı Balık Gökte” bir park yürüyüşü esnasında pörtleyiveren betimleme ödevinin öyküsüdür, bol betimlidir, Bebek civarları şöyle eyicenek bir tasvir edilip bet bet olmuştur. İlginç fikirlere bakacağım artık, öyküler doldurma çünkü. Şu oltalardan kaçınma bahsi iyi, kimi o yemi yutmak ister ya, insan-balık kaldırımda yüzerken önüne düşen yemi ısırsa! Kestanelerin sıcağıyla soğuğu arasında bir can farkı, düzelen ruh hali, tat, koku, temas, duyuş, dikiz, beş duyu organı aktif, algılar iyice işletildi, ödev tamam. “Ve Şimdi!” dört dörtlük sonuyla var, çevrenin öyküye böylesi girmesini takdir etmeli. Anlatıcı bir şey okur, bir şey okumanın yaşamdan, yaşamından uzaklaştırdığı ölçüde kıymetli olduğunu anlatır önce, kurmacaya meylimizin bir tür kaçış olduğundan bahseder. Kurgu karakterle kendisini benzeştirdiği ölçüde metinden uzaklaşır, aksi halde okumaya devam eder, en sonunda metroya iner ve şu aynalarda yazan “Ve Şimdi”nin altından geçenleri sıralar, kendi kurgusunu oluştururken kendisini bulamaz, mesut olur çünkü ayna onun aradığını anlatıyor, metin değil. On numara bağlama. Erdem’in ışığı acayip kuvvetli de ışığın düşürdüğü gölge de haliyle bir o kadar koyu, buna bir şey yapmak lazım. “Çıkış Aranıyor” gölgesiz, şehrin karmaşıklığından bunalmış anlatıcının tabela teröründen çektikleri. Her tabela emir veriyor, dikkat etmemizi söylüyor mesela, bir şeyleri bir şey yapabiliriz, ezilebiliriz, yanlış yöne gideriz, başımıza kötü şeyler gelir mutlaka. Sola dönemeyiz, ilerleyemeyiz, şehir ayaklarımızın altından kayar.
Kısalar var, uzunlardan daha iyi. Sokaklardaki ölü hayvanlarla ilgili olanında yazıların ortalandığı sayfa düzeni, her üç satırda bir ölü. Kemikleri fırlamış kediyi kim boğdu, kelebek kime yenildi, kirpi kılığına giren kirpi neden ölüydü ve kirpi olup olmadığını neden sorgulatmıştı, kargayı bir şahin mi düşürmüştü yere, güvercinin kanadını sevgili mi kırmıştı neydi, anlatıcı bütün ölü hayvanları mezarlarına güle oynaya giden insanlarla denkler, böylece yaralanmayacağını düşünür dünyadan. “Göz Alabildiğine: Art İmge” algılardan birinin ikisinin fişini çekince yoğunlaşan coşkunluk, aşkınlık meselesi. Anlatıcıya göre bir şarkı dinlerken, nergisleri koklarken gözü kapatmalı yoksa gözden dışarı bir şeyler kaçıyor hep, kapanan göz bir şeyleri içeride tutmaya yarıyor, art imgeler o esrikliği yaratıyor. Odaklanma derecesi arttıkça gün düşüne kapılma ihtimali artıyor ironik biçimde, eşiği geçene kadar tek bir kanalda çaba harcamak. Çok mutsuz hissettiğim zamanlarda ışığı kapayıp “Dünya”yı açarım, imgeleri de hapsetmem içeri, içeridekiler çıkmaya çalışıp geri seker, geldiği yerden bir daha seker, dönsün dursun soloya kadar, sonrası ferahlama. Şuraya geliyoruz, Erdem’in müstakbel metinlerini eleğimden geçiririm bundan sonra, okurluğuna güvendiğim iki üç dostum var, onlara sorarım yani. İlginç bir şey var yine de, başta söylediğim heyecan, anlatma iştahı. Ne tavsiye edeyim ne de kaçınmayı önereyim, denk gelen okusun.
Cevap yaz