Patos tarzı makine öykülerden yazalım ya, kursuna gitmedik ama matematiği kolaylıkla çözülebilir. Ben on madde belirledim, ikisi opsiyonel, bunları döndürüp tokuşturup bir öykü yazacağız. Modüler yapılar bunlar, haliyle başa sona ortaya koyabilirsiniz istediğinizi, kafanıza göre. Öyküyü yazarken maddeleri de teker teker inceleyeceğiz. Baharatlı Patos bu arada, klasik olandan. Önderoğlu’nun öyküleri böyle. Bildiğimiz tat, sürpriz yok, neyse o. Dergiler için uygun uzunlukta öyküler, sondaki istisna hariç. Çarklar çok sağlam, iyi yağlanmış, pıtır pıtır dönüyor. Biteceğini hissediyorsunuz öykünün çünkü tam bir vazife öyküsü, alacağınızı aldıktan sonra finalden başka bir şey kalmıyor okuyacak, final de öyle bırakıveriyor okuru çünkü Patos öyküsüdür, nerede başlayıp nerede bittiğinin bir ehemmiyeti yok, yapıştır. Orta yerinden gir, az ileriden çık. Arada geçmişe zıplayıp geri gelirsin, karakterin bir şeyi neden öyle yaptığını görürsün. İyi.
Öykünün adını odaktan hemen çekip alırız, ben toplamda yirmi sekiz parmaklı bir Kürt zangocun geçmişiyle imtihanını anlatacağım için “Çanlar Berisi” diyorum. Az sayıdaki istisnaya kapılmayalım, iki sözcükten fazlasını kullanmamalıyız, hafazanallah mevzuyla alakalı bazı şeyler açık edilir de o gizem dağılır, yazık olur.
“Ardil’le konuşurken kuşların nasıl yaşadığını merak ettim orada. Çağlardır süren sessizliği yok eden çan hangi karanlığın kalbinde çalmıştır ilk, kim yapmıştır o kiliseyi, bilmiyor Ardil. Zamanı gelince ipleri çekiyor sadece. Günler o iplerin ucunda sallanıyor, birike birike geçmişin bulanıklığına dönüşüyor.”
Kısa bir paragraf, bazen tek bir satır. Anlatıcımız dank diye girdi, Ardil’in kim olduğunu söylemiyor çünkü niye söylesin, merak etmeliyiz. Kırıntılarla verecek kimliği, belki yine bir dankla söyleyecek Ardil’in kardeşi olduğunu. Bir iki eğretileme de attık, tamamdır.
“Alışıyorsun, dedi Ardil.
Allah’ın belası, akıl da bırakmaz ki insanda, dedim.
Öyle deme, zaten sen hiç göremedin inancının derinliklerini. Tamam, başlarda kafan şişiyor, ellerinin derisi soyuluyor ama on dört parmağın ve pamuğun beceremeyeceği iş yok. İpleri aynı anda çekersen majör bir akor yağıyor kuleden, kuşların kadim ezgisidir o. Gelince duyarsın, kanatlarını açarsın, damların üzerinden geçen bir esintisin artık.”
Nereden nereye, çöp muhabbetten şiirin sihrine atladık. Bu arada, söyledim ama on dört parmağın hikâyesini bilmediğimizi düşünelim, çözülecek bir bilmece daha çıktı ortaya. Böyle arada derede verin sırrı, verin muammayı, sonra açarsınız. Mutlaka açacaksınız çünkü hendese, matematik. Öykü görgünüz öyle. Açmazsanız formül tutmaz, denklem cortlar, kurmacanın yaban yerlerine çıkarsınız da kalırsınız öyle, ne yapacağınızı bilemezsiniz. O silah patlayacak. O silahın er geç patlayacağını bilen okur ne yapacak, silahın patlamasını bekleyecek. E? Sürekli bir bekleyişten bıkmayacak mı, görünüşe göre bıkmayacak çünkü her şeyin yoluna girmesini seviyor okur, herhalde bunu istiyor. Eksilti, noksanlık, olumsuzluktan sıyrılmış fazlalık -geveze yazarları severim, buldum mu bırakmam- veya başka herhangi bir nane olmayacak, onu oraya koyacaksınız. Sıralı cümleleri unutmayın, “ani genişleme” olarak adlandırdığım üfürme teknikle hipnoz etkisi yaratıp bahsi geniş geniş çerçeveleyebilirsiniz. Önderoğlu’nun öykülerinde sıklıkla karşılaşırız bununla, karakterlerden biri havadan sudan bir soruya cevap olarak ellerini açar, evi gösterir, karakterin eşi o jesti hemen evliliklerinin tarihiyle, sıralı cümlelerle doldurur. Bir nesne yuvarlanır, yuvarlanmanın çağrıştırdıklarıyla uçar gider karakter, hatıralarını çat çat sıralar, bıraktığı yere döner en son. O çizgiyi bozmak da olmaz, savrulmayalım, zamanda atlayıp zıplamalar yeter işte, bütünlüğü mahvetmeyelim, mantıktan ayrılmayalım. İki iki dört. Hasan iki Salak Osman dört. “Salak” bir lakap mı yoksa alelade bir “salak” mı?
“Esintiymiş, gösteririm ben. Atladım otobüse, dere tepe gidiyorum. Ağaçların bittiği yere gelene kadar iki kuzu gördüm, kil duvarlarda zıpladılar. Yıllar öncesinin pencere manzaraları önümden geçip gitti. Çocuğuz o sıra, fofopiki dumanlarının arasında bir curcuna. Elimize alıyoruz, birbirimize atıyoruz, yiyoruz. Kimsenin hiçbir şeyden haberi yok, haberler gerçekleri anlatıyor oysa. Komşu ülkenin başkanı değişmiş, ünlü film yıldızı üçüz doğurmuş da birini geri tıkmaya çalışmış, dünyanın en iyi futbolcusu galakside de bir numara seçilmiş, okyanuslar kadar derin bir uyuşuklukla izledik her şeyi. Fofopiki yoktu, televizyona göre gerçek değildi, hiç var olmamış gibiydi. Aniden ortaya çıkan böylesi bir meyvenin masumiyetini sorgulamak aklımızın ucundan geçmedi, evlerimiz yanmaya başladığı zaman neler döndüğünü anladık. İnsan böyledir, hiçliğin ortasında beliren varlığı hemen yüreği beller, oysa tutuşmuştur da farkına varmaz.”
Üfürükten bir dersle tamamlanan bu bölümde birkaç şey var, üfürüğe bakalım önce. Buna “zaten öyle değil midir” diyebiliriz, “zaten aşklar hep yalan dolan” diyebiliriz. Hikâye bir anda kesilir de o didaktik ses girer ya, spotları bir anda üzerine çeker, bitiyorum buna. Ucuzdur, her yere sığar ve akışı yavaşlatır, okura, “Ulan harbi be!” dedirtirse süper olay. Şalaladır yani, hikâyenin ortasına güm diye düşer de can sıkar çünkü ne münasebet, “Senin orada ne işin var?” demez kimse. Anlatıcı değil de karakter soksun, ironik bir tonu varsa yer, öbür türlü karakteri de kaldır çöpe at daha iyi. Ne var başka, öyle hop diye zıplama şart değil, böyle imgeli bir geçiş de para eder. Kil duvarlar ve kuzular geriye sardırıyor zamanı, oradaydık ve şimdi buradayız ama oraya geri döneceğiz. Ben biraz geniş bırakıyorum aralıkları, aslında dopdolu, ani genişlemeyle doluyor, bir ögenin, nesnenin öteberisiyle doluyor, anlatıcının derin düşünceleriyle doluyor, bir şekilde doluyor.
“Çanları gördüğümde toprak aynı kaldı da ölülerle doldu, önce antik savaşçıların ruhları karıştı toprağa, binlerce yılın izi silinmeye yüz tutunca annemle babamı gördüm. Biri ekmek uzattı, diğeri tuz. Çok geçti onlar için, köklerini verip döküldüler. Ardil’le acı dolu bir yaşamı sürdürdük, yapacak başka bir şey yoktu. Kardeşim parmak çıkarmaya başlayınca korktuk ama öyle olurmuş zaten, fofopikinin etkisiymiş, sırıtan askerler söyledi. Pek çokları gibi kurbandı Ardil, başka bir kurbanın hayatıyla karşılaşınca onun yolunda yürümeye başladı. Kuzuları zaten severdi, onlardan biri olmanın tesellisiyle yaşadı.”
Parmağın olayı tamam, kuzuları da bağladık. Mesela bu kadar kapalı bir anlatım da olmamalı, abarttım da İsa’nın adını geçirmedim, aslında geçirmeliydim çünkü denklemi tam olarak ortaya çıkarmadan bitirmeyeceğiz öyküyü.
“Gel beraber çalalım, dedi Ardil. Merdivenleri çıkarken hep aynı yerde dönüp durduğumuzu düşündüm. Yükseliyorduk ama sarmalın dışına çıkamıyorduk, hüznün bukağısından kurtulmak için bir başkası olmayı kabul etsek de vardığımız yer unutmaya çalıştığımız bir aynılıktı.
Tınlamalar çınlamalara, çınlamalar toklamalara dönüştü, tokmaklar kafamın içinde yankılanıp durdu. İki kuzunun yukarı baktığını gördüm, Ardil de görmüş olacak, eli kolu tutmaz oldu. Kuzu: Suçlu değilsin, yine de varlığın bir suçu mümkün kılıyor kendince. Yüzünün çizgileri silindi Ardil’in, birlikte koşturduğumuz çocuğu gördüm yine. Gözlerim dolarken iki elimle omuzlarından tutup kaldırdım Ardil’i, diğer ellerimle ipleri çekiştirmeye başladım.”
Vay, diğer elleri katmadık önceye? Bir iki sezdirmek lazımdı, böylesi bir sürpriz çok. Oldu bitti. Şu haliyle iş görmez ama sağlam bir doldururuz, tamamdır. Sıkı tutarız yani. Salmayız anlatıyı ki koştursun gönlünce, bir kalıba sokarız onun yerine. Kalıp iyidir, kenarı köşesi bellidir, sürprizlere -kendinden değilse- yer vermez. Hikâye hapistir, çıkamaz.
Önderoğlu’nun öykülerine “öyküler” demeyeceğim, “öykü” diyeceğim. Bir öykünün çeşitlemelerini okudum. Belki üslubun özünden uzaklaşmayan çeşitlemeleri desem daha iyi.
Cevap yaz