Güngör’ün öykülerindeki anlatıcılar klasik hikâye anlatıcıları, oyuna girmezler, mırıldanarak anlatırlar adeta. Haliyle ses, ton değişmez, kahramanla gözlemci birdir. Bu bir eksi, diğerlerini “Yüreğini Kapalı Tut, Aklını Koru” üzerinden anlatacağım. Kitaptaki en uzun öykü bu, Ayşe Bilge Akıncıoğlu’nun ağzından dinliyoruz. Daha doğrusu onun telesekreter mesajından. Kırk sayfalık bir mesajın ilk üç cümlesinde dinleyiciye adını vermesine rağmen doğru numarayı aradığını söylüyor Akıncıoğlu, bir psikoloğun karşısına geçmiş gibi anlatmaya başlıyor. İnişi çıkışı yok, robotik. Konuştuğu da paragraflı, gayet öykü gibi bir konuşma. Burada aşırı yorum tehlikesi doğacak, aşırıya kaçarsak taşları yerine oturtabiliriz ama Akıncıoğlu bu yorumları doğuracak hiçbir veri sağlamadığı için öykünün eksiğini makul bir şekilde tamamlamak okurun takdiri, ben ikna olmadan söyleyeceğim: Akıncıoğlu öykünün bir yerinde uzun uzun mektuplar yazdığını söylüyor, yazı çiziyle arası varsa önceden yazdığı bir metni mesaj olarak kaydediyor olabilir. Ne okuduğuna, başka bir şey yazıp yazmadığına dair hiçbir şeye değinmiyor, neredeyse kırk yıllık bir süreyi anlattığı hikâyesinde avukatlığı var, eh, iyice dışına çıkıyoruz mevzunun, kısacası zarfla mazruf birbirini tutmuyor. Mesajının sonunda arayanlara selam ettiğini, yalnızlığın zor bir şey olduğunu, mutlaka geri arayacağını söylüyor, her şey yalnızlıktan der geçeriz de şu hipnotik konuşma biçimi beni benden alıyor, mesela Akıncıoğlu’nun aldatıldığını anladığı anla faşistlerin saldırısına uğradığı an bu kadar hissiz anlatılabilirdi, daha doğrusu tansiyonun oynayıp oynamadığını anlatı boyunca kestiremiyorsak hikâyeyi bir insandan dinlediğimizi de kestiremeyiz, ortada sadece hikâye vardır da anlatıcının hikâyeye kattığı renk yoktur. Sırf hikâyenin peşinden gitmek isteyeni keser de beni kesmiyor, anlatıcının o biricikliğini görmek istiyorum, göremeyince saçma sapan sinirleniyorum. Neyse, Akıncıoğlu acılı bir hayat yaşamıştır ne yazık ki, köpeği Şiba’yla bir başına kalmıştır, oğlu Bora yurt dışındaki ablasının yanına gitmiştir, kilo da yüze vurunca Akıncıoğlu iyice kapanır içine. Rüya gibi başlamıştır hayatı oysa, annesiyle babası sevgi doludur, hukuk öğrencisidir Akıncıoğlu, öğrenci olaylarının tam kalbinde yer alıp insanlık için çabalar. Sonra X’le tanışır, Anadolu kaplanıyla. Delikanlıdır X, örgütün öne çıkan isimlerindendir ve şefkatten nasibini almamıştır. Akıncıoğlu çatışma çıktığı zaman onu adeta omzunda taşır, hastanede refakat eder, sevdiği adamın yanında durur ama adam yetiştiği toplumun özelliklerinden, erkek egemen kültürden sıyrılamaz bir türlü. Nedir, çocukluğunda eşek becerdiği için Akıncıoğlu adamla bir daha sevişmez, zaten çoktan yoldan çıkmıştır X. Biraz para kazanınca silah koleksiyonu yapmaya başlar, avlara gider, eşinin muhtaçlarla dayanışmasını küçümser, parayı bulunca davayı satmıştır yani. Evlendikleri zaman çıkar ilk sorun, Akıncıoğlu’nun ailesi Balkan göçmenidir, X’in ailesi Ay’a halayla gidebilecek kadar Doğu’ludur, dikiş tutmadığı için kız tarafı baştan bir istemez damadı, baba kızını uyarır ama aşk bacayı sarmıştır, olan olur. Babanın araba kazasında ölmesinin üzerinde pek durulmamasını anlamayız ama anlayalım, annenin ölümüne kadarki yaşadıkları uzun uzun anlatılır. Hafıza kaybı, sokaklarda dolanma derken anneye bir bakıcı şart olur, o zaman bile X yoktur ortada. Hikâyeden çıksın bu adam artık, ressam gelsin. Akıncıoğlu’nun arkadaşları bir davete icabet ederler, ilginç ressamla orada tanışır Akıncıoğlu, sevgili olurlar ama Bora’dan daha çocuktur ressam, has sanatçıdır, hassastır, Bora’nın kendisini sevmemesine takar ve tatil planı yapar ama Bora taş koyunca bir daha görüşmezler. Yıllar sonra ressamın sergisinin yer aldığı bir haberde gençlik resmini görür Akıncıoğlu, güzeldir, zayıftır, öyle hatırlar kendini. Öyle de hatırlatmak ister belki, telesekreter mesajı olarak. Aksar, sallanır ama öyküdür bu, okunur.
“Üsküdar’a Gidelim” aralıklı yapısıyla rahatsız ediyor. Anlatıyı yönlendiren gelişmeleri üç beş cümleyle geçmek aşırı hız demek, pencereye konan kuşların ettiği aşırı yavaş, dengesizlik var biraz. Kuşlar iyi ama, güvercinler ufalayıp yiyemeyince serçeler geliyor, sonra kumrular, sonra başka kuşlar, pencerenin önündeler tabii, pencere ziftli bir duvara bakıyor, duvara bakan adamın kara bir hikâyesi var, öykü kuşlardan başka bu hikâye. Pencerenin önündeki adam romanını yazmaya çalışırken geçmişe dönüp yaşamının zirve ve dip noktalarını belirler, aradaki mesafe çok hızlı alındığı için baş döndürür. Mesela adam iyi bir gazeteci, sonra iyi bir televizyoncudur ama hakkını arayıp zam isteyince işinden olur, sonra eşinin kartını alıp barlara takılarak iş kovalar çünkü gazeteler Babıali’den plazalara taşınmıştır, cadde tayfası barlara dağıldığı için adam ayarı kaçırıp çok para harcar, batar, eşinin ailesi ev satmak zorunda kalır ve şart olarak eşi bizim savurgandan ayırır. Roman yazarsa zengin olacağını düşünür adam, tanıdığı biri öyle yapmıştır, o zaman neden kendisi de öyle yapmasındır. Kuşlar da öyle işte, Güngör’ün alıntıladığı gibi Eray Canberk’in üç dizesinden çıkma. Vasat öykü. “Babaannemin Köpeği” de öyle, Haçiko değil de Topak, yerli üretim. Hayvanın huyunun değiştiğinden yakınır baba, her sabah fırlayıp giden Topak ev ahalisini meraklara salar. Aslında bütün aile sevmektedir onu, en çok babaanne sevmektedir, birlikte geçirdikleri zaman ve Beykoz’un eski hali balla anlatılır. Anlatıcı torunlardan biri, babaanneyle pek vakit geçirmediklerini, günlük hayhuyda pek konuşamadıklarını söylüyor, kadının ölümünden sonra da eksikliğinin hissedildiğini pek söyleyemeyiz. Köpeğin her sabah nereye gittiği de malum açıkçası, babaanne ortaya çıkınca çözülüyor mevzu. Bu öyküye de eh diyelim. “Altmışsekizli ve Miço” iyi öykü mesela, anlatıcı son derece rahattır, lafı evelediği de olur ki rahat anlatıcı için olmazsa olmazdır bu, edebi gevezelik lüzumludur. Anlatır, zamanında bir Altmışsekizli vardır orada, Deniz Gezmiş’in arkadaşı. Tutuklanıp hapse atılır adam, orada Balıkçı Rıza’yla tanışır ve yeni arkadaşının anlattıklarıyla sevdalanır denize. Rıza köye dönmeye karar verince sandalı Altışsekizli’ye kalır, 1974’teki afla hapisten çıkan Altmışsekizli o sandalda yaşamaya başlar. Gerisi yalnız kurdun hayatı, nadir değil ama ilginç. Saç sakal karışık, üstüne başına özen göstermez, tuttuğunu yiyip yaşar, yazın yıkanır bir. Hergele gençlikle siyasi tartışmalara girdiği için öldürüldüğü düşünülür, ülkücü tayfanın tırt icraatlarından biri. Güngör’ün üç izleğine de rastladığımız bir öykü olduğu, belki de izlekler iç içe sıkıca geçtiği için iyidir bu öykü: Miço nam köpekle hayvan sevgisi, denizle doğa sevgisi ve nostalji, cCc ile de politik duyarlılık. “Dağlarda Yalnız Bir Köpek” adıyla doğrudan gösteriyor zaten, Çeto’nun memlekette yalnız bırakılması. Anlatıcı dağdan şehre, dayısının yanına gidip para kazanmaya çalışır, bir iş hanının çay çorba temizlik işlerine başlar, işçiliğe kapak atar. Yaşamını rayına oturtmaya çalışırken çok sevdiği köpeğini yanına alamaz, eniştesinin dediğine göre Çeto her gün eski sahiplerinin evinin etrafında dolanıp onları arar, üzüntüsünden kahrolur, sonra yine arar. Sonunda ne olur, anlatıcı köpeğini geride bıraktığını düşündükçe insanlığından utanır. Çok hafif bir son, kıssadan hisse.
Güngör zamanında Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü, ondan da önce TDK Ödülü’nü almış bir yazar, röportajlarının da çok başarılı olduğu söyleniyor. Okurum, başka kurmacalarını da okurum ama çok bir şey vadetmedi bu kitaptaki öyküleri. Adam’dan çıkan bir kitabı var, kısa zamanda ona bakayım.
Cevap yaz