Cumalı’nın ilk öyküleri. Sevda işleri var, sanatoryum sıkıntısı var, ortaya karışık öyküler var, topunu üç bölümde inceleyebiliriz. Go.
“Yalnız Kadın” on beş günlük tanışlığa neredeyse tanışlık derecesinde kalan bir ilişki sığdırabilmiş çiftin öyküsü. Anlatıcı bilgiye ulaşmaya çabalıyor, kadının Gelincik paketini çıkarıp cigarasını yaktırması veya yüz çizgilerindeki anlam gizi bu yüzden büyük, hikâyenin yarısı. Diğer yarısında sorgulama ve nihayetinde kabulleniş var, kısa bir ânın verebildiği kadar. Anlatıcı parasız, küçük bir memur, kimseye umut aşılayacak durumu yok ama kadın hiç oralarda değil zaten, tavırlarından üstünlük taşıyor, adamın duyduğu aşkın verdiği güç. Adam da güçlü, her ne kadar yıkılacak gibi olsa da kadının başkasına âşık olduğunu öğrenince, öncesinde ayakları ne kadar yerden kesilmiş olsa da tam bir bağlılık göstermeyince kadının saygısını kazanmış, bu sebeple bir süre daha birlikte olacaklar. Kadının istediği biçimde. “‘Ne deseniz boş! Sizin çağınız bu. Aşk çağı! Yirmi beş yaşındasınız, kimi olsa böyle seveceksiniz! Yirmi beş yaşında ben de böyleydim. Delicesine âşıktım. Sevmek sevilmek isterdim. Dünyada aşktan daha önemli bir şey yok sanırdım…’” (s. 11) Aşk yoktur artık, alışkanlıklar vardır, kadın daha bir alışkanlık kazandıracak erkeğe âşıktır, anlatıcıya değil. Arada uzaklara gitmek, sakin bir yerde aylarca yaşamak, hiçbir şey düşünmemek istediğini söyleyip geçmişine dalar: Yaşam deneyimi oha bir adam çıkmış karşısına, evlenmişler, bambaşka yaradılışta insanlar oldukları için ayrılmışlar, onmazmış bu yüzden kadın. “Onu mutlu etmeyen bu dünyadan, onun yöresini saran, tanıdığım tanımadığım herkesten, gezmiş dolaşmış olanlardan, ince davrananlardan, numaracılardan, hattâ onu sevenlerden nefret ediyor, ona bütün söylediklerinin yanlış olduğunu bütün kuvvetimle söylemek istiyordum.” (s. 14) Kadın geçmişin bulanığından kurtulup eğlenceli bir şeyler anlatmasını istiyor adamdan, yüzeye çıkıyor, mutluluğu orada arıyor artık. Birlikte derinleşemeyeceği adamlarda, âşık olduğu adamda değil. 1950’lerin başı için iyi öykü, gerçi şimdiye bakınca yine iyi öykü. “Hayatımızı Güzelleştirelim”de anlatıcı bir yıl sonra İstanbul’a döndüğünü söyleyerek açıyor öyküyü, Ankara yolcularını alan vapur Haydarpaşa’dan Kınalıada’ya götürüyor anlatıcıyı. Yine geçmişten sahneler, bu kez mavili bir kadın var, dünya güzeli, anlatıcının yalnızlığını dindiriyor. Bir paket Gelincik, bir paket Birinci, semtlerin, renklerin ve eylemlerin şiiri. Yaşıyor anlatıcı, dünyadan aşkla geçenlere selam ediyor, coşkuya kapılıp bir zamanlar kadına söylediklerini dahi kelimesi kelimesine hatırlıyor. Sevgisini göstermek için yapacağı bir şey varsa söylemeli kadın, yaptırmalı, yepyeni şiirler yazdırmalı, toprak nimetlerinin tadına vardırmalı. Lirizm tavan, duygular şelale, sonra gerçeğe dönüş: “Küçük, beceriksiz, herkes gibi sıradan bir insanım ben! Bir süre içimden geçenleri anlayacak, beni olduğum gibi görecek diye korkuyor, yüzüne bakamıyorum.” (s. 35) Küçük adamlık ve memuriyet öykülerin çoğunda karakterleri biçimleyen temel unsurlar, küçük insanların büyük düşünceleri ve eylemleri var ki tam manzaralık. “Prenses Elizabeth’e Ne Göndersinler” üçüncü kulvardan gelen bir öykü, matrak. Başı: “Dairede bizim oda bir bölmeyle ikiye ayrılmıştır. Bölmenin bir yanında biz, bir yanında üç bayan memur çalışır. Bu üç bayanın aylardan beri süren bir sıkıntısı var: Prenses Elizabet’in düğününe ne göndersinler?” (s. 105) Üç hanımın özellikleri ayrışmalarını sağlamaz, tiptirler aslında, yabancı basını takip edip sosyetenin son dedikodularını döndüre döndüre konuşurlar, işin gücün arasında kendilerine uğraş çıkarırlar. Müdürün yanına gidip gelirken onların odasından geçer, konuşmalarını duyar anlatıcı, belayı otuzunu geçkin, kısa boylu, tombul, konuşkan bir kız olan Cemile’nin aldığı dergilerle gazetelerden geldiğini söyler. Konuştukları çeşitlidir de esas sorunları Elizabeth’e ne göndereceklerini bir türlü bulamamalarıdır. Onlar da bir şeyler göndermeliler elbet, havadisler birçok mühim insanın bombastik hediyeler göndermeleriyle doludur, neden geri kalsınlar? Önce çay takımı işlemeyi düşünürler, sonra Ankara kedisi göndermeye karar verirler, Şükran yeni doğum yapan kedisinin yavrusu Yumuk’tan bahsedince oybirliğiyle kabul ederler Yumuk’u göndermeyi. Nasıl gönderecekler, konu bu. Nasıl göndereceklerini düşünmenin süreci.
“Tiyatrocular” ve “Kızılay Yararına” aslında Cumalı’nın roman formuna da genişlettiği bir meselenin öyküleri. Aşk da Gezer yaşlı genç pek çok oyuncunun yaşamlarını şöyle bir dikizleyebildiğimiz orta karar bir Cumalı romanı, yazarın diğer metinlerine göre düşük ama kıymetli yine. Kasabaya gezici tiyatro kumpanyası gelmiştir işte, ortalık şenliğe dönmüştür, o akşam için gidilecek bir etkinlik. Hiçbir şeyin ortasında iyi yine, tiyatrocular orijinal insanlardır da anlatıcının tanıdığı bir tanesinin başka bir mazisi vardır, İstanbul’dan gelen bu kadın nice anıları canlandırır, Cumalı yine geçmişten parçalar getirip koyar hikâyeye, kumpanya gidene kadar karakterlerini oyalar. Bir sonraki gruba kadar kasabada onlar konuşulur, zaman bu tür olaylarla bölünür o küçük kasabada. Öykü hem kendi zamansallığını verir kasabanın, hem tiyatro tayfasının ilginç yaşamlarını. Genç bir yazarın vasattan biraz uzak eseri diyeyim. “Kızılay Yararına” biraz daha renkli, sirk benzeri bir topluluk geliyor bu kez, kasabanın aynı kasaba olup olmadığı belli değil ama pek de bir şey fark etmiyor, Murat kardeşin çabalarıyla çorak topraklara eğlence. Arazinin kirasına karşılık kazançsız bir gösteri, yoksul çocuklar kapıdan içeri salınıyor en sonunda, Murat yüzlerde hayal kırıklığını görmektense toplayabildiğini toplamayı tercih ediyor. İpte yürüyenler, acayip gösterileriyle akılları havaya uçuranlar şenlendiriyorlar ortalığı, ikinci gösteri kendi hesaplarına olsa da yine pek o kadar kazanamıyorlar ama ellerinden geleni yaparak herkesi memnun ediyorlar. Sirkin sorumlusu diyeyim, Murat’a hak ettiği parayı vermeye çalıştığı zaman oralı olmuyor adam, birkaç defa atlatıyor sorumluyu, yolcu ettikten sonra da kuru yaşamına dönüyor ama aklında gösterilerden kalan görüntüler var artık, yaşam daha kolay.
Sanatoryum öyküleri Mahmut Yesari’nin Yakacık Mektupları‘yla kardeş, Yesari’nin hikâyeleri anılarından geldiği için daha canlı, daha bir hayat dolu. Cumalı’nın öyküleri de aşağı kalmıyor gerçi, alt sınıfın hastalıkla imtihanını, yanında ekmek kavgasını gösteriyor. Karakterlerin kendi yaşamlarından parçalar var, öykülerin çoğu bunlarla dolu da gözlemledikleri öne çıkıyor bazı öykülerde. Kür sırasında izledikleri çiftçi mesela, sohbet konusu. Yağmur başlayana kadar tarlayı sürülecek hale getiriyor adam, sürüyor, kargaları pek önemsememesi hayret konusu oluyor bir ara, hastaların arasında çiftçilikten anlayan biri aşama aşama anlatıyor çiftçinin eylemlerini. Biri askerliğini denizci olarak yapmış, pek sevdiği yüzbaşısının kız arkadaşlarından birinin denize düşürdüğü yüzüğü bulmak için dibe dalacak kadar sağlam ciğerleri varmış bir zamanlar, o askerlik ve dipten yüzük çıkarma anısı şahane. Buruk tabii, ciğerler bir kez cortlayınca doktorlar iş görebileceğine dair rapor vermiyorlarmış kolay kolay, kimse iyileşen hastalara iş vermek istemiyormuş. Bulanı tebrik ediyorlar ziyarete gelince, adam patronuna gidip dobra dobra konuşunca kalıpçılığa dönmüş, parasını tam almaya başlamış, üstelik fazla fazla da çalışıyormuş canı isteyince. Pek seviliyor bu adam, tekrar hastalanacağı kesin ama başka çareleri yok, çalışmak zorundalar, aileleri ekmek bekliyor. Cumalı doğrudan bir pencere açıyor içeriye, yakından görüyoruz. Canlı insanlar. İyi metinle canlanan. Doğa tasviri içimi bayar genelde, beğendiğim bir örnekle bitireyim: “Hamit İvgin, küründe uzanmış yattığı yerden güneşi görmüyor. Ama ellerine ayaklarına sürünen bir kediymiş gibi çok yakınlarında duyuyor güneşi. Gökyüzü açık, aydınlık. Verandanın hemen önünden uçarak geçen kuşların kanatları güneş içinde. Sanatoryumun bahçesindeki çamlarım tepelerinde, daha ilerideki yapılarım kiremitlerinde, uzaktaki tarlalar, bayırlarda ışıktan yumağı yuvarlanıp duruyor güneşin.” (s. 159)
Cevap yaz