Cumalı iki eleştiriye cevap verme ihtiyacı hissediyor, aslında eleştirmenlere cevap yetiştirmek huyu değilmiş ama bazı şeyleri açıklamak lazımmış. “Bazı şeyler”in ne olduğunu pek bilemiyoruz, alıntı yok, haliyle eleştirinin içeriği yok, daha çok tiyatroya dair bir ders gibi okunacak bu yazı, eleştiriye cevap gibi değil ama cevap yine de, ikna olursak. “Başarıya ulaşamama” yorumunu tiyatronun ögeleri ve sanatın zamansallığıyla değerlendiriyor Cumalı, mesela bir oyun sahneye konduğu zaman oyuncusu, yönetmeni, ışıkçısı derken başarısızlığa yol açacak etkenler artar, başarısızlık sırf yazara yıkılmamalı. Eleştirmen böyle mi yapıyor, kim bilir, Cumalı’nın iyi niyetinden şüphe duymadığımıza göre yorumu genişletmediğini, başarısızlığın sebeplerini irdelemediğini düşünebiliriz. İkinci mevzuyu tarihten örneklerle açıklıyor Cumalı, Çehov’un bir oyunu beklenenden bambaşka bir şey çıktığı için ilk kezinde hayal kırıklığına uğratmış ama ilerleyen gecelerde seyirciler hakkını vermiş yazarın, sonra Fransız bir yazarın memleketinde pek tutulan oyunu ABD’de ses getirmeyince mizahının öte tarafta pek anlaşılmadığından şikayet etmiş yazar. Kısacası sanatta olurmuş bu, bazı eserler kaç zaman sonra değer görürmüş, bazısı kofmuş da yine değer görür ve nihayetinde unutulurmuş, zaman gösterirmiş bunu. Soruna değinmeden biraz daha dolanalım, 1949’dan beri oyun yazıyormuş Cumalı, bu mektupları 1970’lerin ikinci yarısında yazdığına göre en aşağı yirmi beş yıldır tiyatroyla uğraşıyor, bu ustalığın eleştiriyle ilgisi yok ama dursun bir. “Tiyatroda başarının nelere bağlı olduğunu gördükçe kırıldığım, oyun yazmaktan vazgeçmek istediğim çok oldu. Yapamadım. Gün gelir doğru dürüst oynanırlar diye yazmadan edemiyorum yine. Kendimden şöyle bir örnek vereyim. Şimdiye kadar en çok oynanan oyunum Nalınlar oldu. Beş profesyonel, sayısını çıkaramayacağım kadar çok amatör topluluk sahneledi Nalınlar‘ı. Bunların arasında yalnız Kent Oyuncuları’nın oyunu tam bir başarıydı.” (s. 23) Ta daa! Başarısızlığı kabullenmenin yanında ihaleyi ekibe yıkıyor Cumalı, sonda da eleştiricilerin yazılarının başarısız olduğunu söylüyor. “Bir Eleştiri Örneği” adlı yazısı hedef saptırmaya yönelik ilginç bir çaba, Sami Basmacı nam bir eleştirmen Cumalı’nın başka bir oyununu eleştirmiş bu kez, eleştirinin eleştirisine bakalım: Cumalı yazıyı üç kez okumak zorunda kalmış, Basmacı’nın ne dediğini anlayamamış tam, neye cevap verdiğini de anlayamadığı için lafı evirip çevirdiğini söylesek aşırıya kaçmayız o zaman. Basmacı’ya göre oyunun kaynağı X’miş ama Cumalı Y olduğunu söylüyor hatta yazmış da bir yerlerde bunu, Basmacı o yazıyı okumamış demek ki, oysa okuması lazımmış. Okusaymış şık olurmuş diyebiliriz en fazla, bir eseri eleştirmek için eserden başka bir şeye ne gerek? Bir karakterin adını “Güllü” diye bilmiş Basmacı, aslında “Güldü”ymüş, o kulakla oyunu nasıl dinlemiş de eleştiri yazısı yazmış, merak ediyor Cumalı. “Ev kızı körpe Bahar’ın ağdalı ve boyundan büyük filozofça konuşmaları” demiş Basmacı, Cumalı’nın cevabı: “Yaralı Geyik’i görenler, okuyanlar içinde Bahar’ın sözlerinin ne demek olduğunu anlamayan tek kişi çıkmaz. Ama sizin yazınızda dedikleriniz anlaşılmıyor. Ağdalı olarak kalıyor. Pek mi uzun boylusunuz bu kadar iri, ağdalı sözler edebilmek için?” (s. 134) Öf, Bahar’ın sözlerinin anlaşılmadığına dair hiçbir şey söylememiş adam, bir de ad hominem gibi ucuzun ucuzu bir yol, açıkçası Cumalı’nın eleştiriye açık olup olmaması kendisinin bileceği iş ama eleştiriyi plonjonla geri gönderme konusunda azıcık pırıltı bekliyor insan, Cumalı’nın metinlerini severim de bu kifayetsizlik hayal kırıklığına uğrattı. Raymond Chandler yine en iyisini söylüyor, kim ne derse desin eleştirilen metnin yazarı hiçbir şekilde cevap vermemeli eleştirilere. Bir de Asimetri‘nin sonundaki kurmaca röportajda yazar amca yakalamış: eleştiri okurlar içindir, yazarlar için değil. Eleştirenin birikimi, niyeti söz konusu metin olduğu için boşa çıkıyor denebilir, dayanak ne olursa olsun doğru yerden yakalayan eleştiri dikkate alınmalı. Okurlarca tabii, yazar yine istediği gibi yazacaktır ki öyle yazmalıdır, arızasını gidermek istemiyorsa gidermemelidir mesela, gidermek istiyorsa da gidermemelidir, kusursuzluk gibi makine işi sonuçlara varmaya çalışmamalı. Dır, bence. Cumalı bu bahiste öfkesini şöyle bir atmıştır da ekşitmiştir metni iki noktada, diğer yazılarının verdiği keyfi bozmayı başaramamış neyse ki. Anılarını diyelim, Yahya Kemal ve Orhan Veli başta olmak üzere pek çok sanatçıyla müşerref olmuştur Cumalı, anlattıkları tadından yenmiyor. Yahya Kemal’in yorumu üzerinden döndürdüğü tartışma da hoş: O zamanlar genç bir şair Cumalı, şair adayı da denebilir ama şiirini Yahya Kemal’e okuyabildiğine ve şairliğinden emin olmadan kimseye şiir okumadığından bahsettiğine göre şair. Okuyor, Yahya Kemal beğendiğini söylüyor, on dokuz yaşında Baudelaire de öyle yazarmış. Buradan genişletmeye başlıyor Cumalı, usta olarak gördüğü şairin sözleri yergi de olabilir mi? Şahit olduğu başka bir mevzu düşündürmüş kendisini, yine bir şiir meclisinde genç bir şair korka korka okumuş şiirini de Yahya Kemal bir dizeyi defalarca tekrarlamış, unutmuş gibi yapıp yanındakilere tekrar ettirmiş. Gerçekten beğenen var, Yahya Kemal’in dalga geçtiğini düşünüp keyiflenen var, kimse bilmiyor Yahya Kemal’in aklından geçeni. Öyleymiş hep, etrafına heveslileri, hayranları toplarmış, övgüleri dinlermiş, ikramda bulunurmuş Yahya Kemal, sonra oteline gidip şiir yazarmış, peki bir başkasının şiirini dinleme zahmetine girmek niye? Meşruiyetini dayatmak için, büyüklüğünü kabul ettirmek her şeyden önemli. Cumalı düşünüyor, Orhan Veli’de de benzer bir tutum var. Bazılarının şiirini pek beğeniyor, bazılarıyla uzun uzun konuşuyor ki müstakbel şiirler daha bir şiir olsun. Eh, ikinci gruptaki şairlerin daha şair olduklarını söyleyebiliriz, kimse tümden beğenmediği bir şiirle uğraşmaz ki. Cumalı çok güzel derleyip toparlıyor mevzuyu: “Yalnız sanatta değil, hangi alanda olursa olsun. Ciddiye almadığınız, alamayacağınız kimselere gülücükler dağıtın. Zararlı çıkmazsınız! Şimdi kalkıp da oportünizmle suçlamayın beni. Şunu anladım ki yeteneksiz kişileri ne yapsanız dost edemezsiniz kendinize. Hiç değilse düşman etmeyin.” (s. 75) Yani o kadar ısrar eden insana ne yapmalı bilmiyorum, ben yaban olduğum için böylesiyle karşılaştığımı hatırlamıyorum da karşılaşana sabır. Cumalı’nın aklını kurcalamıştır yıllar boyunca: “Ulan bu adam beni Baudelaire’e benzetti de bir yamuk var mı bu işte?”
Hızlandırılmış Cumalı turuna hoş geldiniz: Her anlamda en büyük kitaplar Tevrat, İncil, Kuran, İlyada, Odysseia. Balzac, Stendhal gibi yazarları kendi dönemlerinde anlayan yoktu, yıllar sonra ne büyük yazar oldukları anlaşıldı. Çok satmak bir nitelik göstergesi değil. Ataç bu ülkenin gördüğü en güzel şeylerden biri, ölümünden sonra CHP’nin fişteklediği bir eleştirmen olduğu söylenmiş de katılmıyor Cumalı buna, gerçi verdiği örnekler yine konunun etrafından dolanıyor ama olsun. Eleştiri, değerlendirme yaratıcılık işidir, türdür, kendi estetiği ve dinamikleri vardır, yani “James McTotoli’nin ‘Logos Primus’ Kuramına Göre Ertal Tönbeçli’nin Eserlerinde Mantık” tarzı işler, eh, yani ben de bakmıyorum böyle şıkır tahlillere ya, eser miktarda kurmaca bilgisi ve çokça uydurmaca daha yarar bana. Sığırlıksa sığırlık: Çok sevdiğim bir yazarın metinlerinin X’in Y’siyle şerh edildiğini görünce ameliyathane canlanıyor gözümde, laboratuvar, ne bileyim. X’i ve Y’yi öğrenirim, uygulamalı halini görmek istemem. Bu da böyle bir madde.
Okunası denemeler mi, mektuplar mı, neyse.
Cevap yaz