Grafiti alanları şahane oksimoron çünkü grafiti vagonda, devlet dairelerinin duvarlarında, iktidarın suratında güzeldir, Banksy’nin haşırt eserleri de öyledir, yani topluma kapatılmış alanlarda. Thompson’a göre bağlamı da ele almalıyız, Afro-Amerikalı bir adamın at koşturduğu resim alelade bir otoparkın duvarında sırf sanatsal bir değere sahipken veya politik anlamıyla öne çıkmazken soluk benizlilerin mühim bir yapısının duvarında anlamı bir anda genişleyecek, protest bir nitelik kazanacaktır, dolayısıyla mekanların varlığından sonra kullanılabilirliği de önemlidir. Kapitalizmin ele geçirdiği mekanların. Alan açmak belki de metnin üzerinde durduğu en önemli nokta, yeni fikirlerin yayılabilmesi için mekan ve pratik yaratmak lazım. Tüketici yığınlarının üretiminde devasa platformların etkisi malum, dijital toprakların bile canavar gibi paralara satıldığı günümüzde periferinin yılmaz neferleri seslerini duyurmakta giderek zorlanıyorlar, kültürel zaptiyelerin sahip olduğu sanat platformları bir şekilde varlığını sürdürüyor, iktidarların maddi desteğiyle hegemonik kanon besleniyor da mekanizmaya karşı çıkanların dergileri kapanıyor, kiralar da aldı başını gitti malum, eh, geçen yüzyıldaki gibi işgal hareketleri de giderek azaldı çünkü işgal edilecek alanlar kolluğun acı gücüyle daha bir korunuyor. Thompson’ın öğrenciyken dahil olduğu kolektifler giderek azaldı, ortaklaşa hareket eden topluluklar küçük parçalara ayrıldı ve yönetilebilir, cezbedilebilir hale geldi ve sisteme bir yerden giriverdi. Sanatın niteliklerine bu noktadan bakıyoruz, bir eserin sanat eseri olup olmadığını belirleyenler galeri veya dergi sahipleriyse sermaye aktivist sanatı hemen metalaştırıp bünyesine katar ki ağızlara tıkılan para tomarlarıyla çatlak sesler engellensin. Müzikte benzer durumlar var, Green Day gibi çok sayıda grubun tanınmasını sağlayan bir mekan kapitalist oluşumlarla ilişki kuran grupların ayağını kesiverince diklenmiş bu gruplar, punk özelinde mevzu zaten saçmalar saçması. Rage Against The Machine davayı satmakla suçlanınca grup elemanlarından biri o anlaşmayı zaten kendi kitleleri için yapmadıklarını, dünyanın her yerinden bulacakları dinleyiciler için yaptıklarını söylemişler. “Dava satma” eylemsizlikle alakalıymış gibi geliyor bana, sermayenin şirketlerinde çalışabiliriz ve eylemlerimiz için kaynak sağlayabiliriz, bir de harekete geçersek tadından yenmez. Bir örnek: New Orleans kasırga yüzünden yerle bir olunca gazeteciler ve felaket turizmcileri doluşmuşlar şehre, video çekip giden insanları gören sakinler gelecek yardımın gecikmesini ürüne dönüşmelerine bağlamışlar. Sanatçı ve aktivist Paul Chan bir zamanlar Susan Sontag’in Saraybosna’da yaptığını yapmak istemiş, o yıkıntının ortasında Godot’yu Beklerken‘i sahneye koymak müthiş bir protesto. Sontag verdiği bir röportajda Clinton’ı beklediğini söylemiş, kanın gövdeyi götürmesini engellemek için ABD başkanı dahil herkesi aymaya çalışmış da Chan’in işi biraz daha zor, kırgın insanlara güvendirmeye çalışıyor kendini. Başarılı oluyor neyse ki, anlamlı bir deneyim ortaya çıkıyor ve mücadelenin sayısız cephesinden biri kapanıyor, açılacaklar için örnek teşkil ediyor. Yıpratma savaşı önce, Thompson’a göre mikro yıpranmalar ne kadar çoğalırsa insanları bir araya getirmek, yeni tepki biçimlerini açığa çıkarmak kolaylaşıyor, öbür türlü müthiş tekinsiz bir dünyanın gerçekleri hemen buharlaştığı için atıl hale gelen insan donup kalıyor. “Siyaset ve toplumsal hayat büyük ölçüde iletişim kurma kapasitesi üzerine kurulu ve anlam üzerindeki manipülasyonlar bu bağı giderek kökten bir şekilde zayıflatıyor.” (s. 116) “İktidarı görmek” aslında bir yeterlilik ve tercih sorununa dönmüş durumda, var olma alanlarını veriliymiş gibi kabul edip buralara kanalize olmaya çalışan insanlar güce dahil olduklarında diğer sesleri biraz daha kısmış oluyorlar ki Thompson’ın imza günlerine kadar vardırdığı bir eleştiri bu, belli görünüm ve tüketim biçimlerinin bireyi bilinenin içine kakması iki taraf için de iyidir çünkü bilinen iyidir, “muğlak jest” tekil yorumlara indirgenemediği için kargaşaya açıktır, öngörülemezdir kısacası. Çoğunluğun kabulü biricikliğin aşınmasına yol açsa da en tercih edilebilir, en kolay yoldur, eleştiriden de bu yüzden uzaklaşırız, estetik de feda edilebilir bir noktaya gelmiştir. Arada kalanlar var bir de, bir şeylerin yolunda olmadığını fark edip yine de eylemeye çalışanlar kuşkuculuklarına sarılırlar ve kendilerine bir istikamet belirlemeye çalıştıkları zaman karşılarına pek az seçenek çıkar, daha doğrusu azaltılmış alternatiflerle kolay kolay karşılaşamazlar. Thompson biraz da bu arada kalmışları harekete geçirmek için uğraşıyor.
Öküz gibi anlattım da belli bir örüntü var metinde, Thompson başlangıçta Gramsci’nin “hegemonya” kavramından yola çıkarak hegemonik yapıların nasıl inşa edildiğine değiniyor, kültür kurumsal yapılardan kusulduğu için bu yapıların dönüştürülmesine ihtiyaç var. Dönüştüremiyor muyuz, o zaman yeni yapılar, mesela yeni okullar ve yeni galeriler düşüneceğiz. Adorno’yla Horkheimer’in tüketici dostu bir dünya ve özneye dair görüşlerinden kapitalizmin kültürden aslında nefret etmediğini, aksine onu koruyarak dönüştürmeye giriştiğini göreceğiz, “beğeninin vasatlaşması”nın bize kafayı yedirttiğini hatırlayacağız çünkü o filmler, diziler, öyküler, romanlar nedir öyle? Misal. “Adorno ile Horkheimer’in farkın vardıkları şey, kültürel kapitalizmin bu yeni biçiminin burjuva bireycilik ve beğeni idealleriyle iç içe geçmeye başlamış olmasıdır. Modern kültür endüstrilerinin sermayenin sakinlerine uygun ve sermayenin mantığıyla işbirliğine girebilen bir estetik çerçeve üretme yolunda ilerlemekte olduğunu çok berrak bir şekilde görmüşlerdi.” (s. 17) Bu dönüşümden rahatsız olanlar hep vardı da güçleri yoktu, artık farklı direniş biçimlerini keşfediyoruz ve bir şeyleri değiştirebiliyoruz. Biz bir değiştiriyorsak erk iki baskılıyor da neoliberalizm dikiş tutmuyor artık, iktidarı da tertemiz görebiliyor ve neyle karşı karşıya olduğumuzu anlayıp vaziyet alabiliyoruz. Şu filmi tavsiye edeceğim konuyla ilgili, şiddet içermeyen eylemlerle ilgili güzel bir belgesel. Evet, eski punklar yeni popstarlar olarak piyasaya çıkarken Baudrillard’a göre “gerçek” yok oluyor, bilgi güvenilmez hale geliyor, hatta güven bile boşa çıkıyor denebilir, dehşete düşüren bir akışkana dönüşüyor yaşam. Kamusal alanlar özelleştirildikçe işgalin kırılgan iktidarı en azından bir süreliğine ürkütmeyip başarıya ulaşabilen biçimleri ortaya çıkıyor, başarı ve kazanımdır. Thompson anlamı pek muğlak olmayan bir eylemi örnek gösteriyor, Irak’ta bombayla havaya uçan bir arabanın ABD’deki müzelerde sergilendiğini, hatta kıtayı boydan boya geçtiğini düşünün. Eylem ne aşırı didaktiktir ne aşırı sanatsaldır, insanları düşündürüp konuşturur, iletişim kurdurur, orijinal eylemlere kapı aralar. Aynı meşrepten başka bir eylem: Montello nam kasaba ölmek üzeredir, ABD’nin tipik hayalet kasabalarından birine dönüştü dönüşecektir, iki kişilik bir kolektif olan “eteam” duruma el atar ve kasabanın terk edilmiş havaalanına uçak indirir, kasabalıları arabalarına aynı anda bindirerek acayip bir trafiğe neden olurlar. Anlam nedir, absürdün aşındırıcılığı. Başka bir kolektif çukur kazıp kapar, bir beden duvara çarpıp durur, bunlar bağlama göre etkileri artacak eylemlerdir. Berlin Duvarı’na çarpıp durun veya Attica’nın önünde çukur kazın, budur. Aklıma gelen bir eylem var ama korkak olduğum için hayata geçiremedim henüz, bir gün mutlaka. Boş bir pankart, afiş, her neyse, Taksim’de dikileceğim veya dikileceğiz. Cumartesi Anneleri’nin durduğu yerde mesela, başka bir yer de olur, sonuçta eylem kültürü o kadar engin ki illa bir şey anışır veya şart da değil, anışmasın. Protesto edecek çok şey var, birini veya hepsini protesto ediyoruz işte, imimiz anonim.
Dört dörtlük bir metin, Kolektif’ten çıkan İşgal Et‘le birlikte okunursa tadından yenmez.
Cevap yaz