Barbarosoğlu’nun öyküleri bir bahçenin köşelerinden derilmiş. Sayısız çiçek. Karakterler bırakıp gidecekleri çiçekleri solmadan, son bir kez izliyorlar, özleyecekler. İlk öykü akşamsefalarıyla dolu, geceye geçerken açan. Ablasının en çok ebruli olanlarını sevdiğini söylüyor anlatıcı, güneş gidince suluyormuş, sonra yorgun bir gülümsemeyle mutfağa. Küçük şeyleri ayrı bir dereceğiz, alımı pekleyecek. Baba sofra hazırlıyor, arada yatalak eşine bakıyor. Annenin gücü yok, seyrediyor hayatı, arada sırada bir iki sözden ibaret. Abla mutfakta yemek hazırlarken anlatıcıyı gülerek kovuyor oradan, tek başına daha iyi. Bahçeye dönüş, anlatıcı oyun oynama oyunu oynuyor, böylece izleyebiliyor olanları. “Ben top oynuyorum. Yan yan babamı gözlüyorum. Babamın annemi taşıyışını, kaburgalarının babamın etli ellerindeki izini görüyorum, bedeninin hafifliğini görüyorum. Benim gördüğümü görmüyorlar. Görümün görüsünü görmüyorlar. Topla oynuyorum. Dut ağacında iki dal var. Yapraklarıyla, dalcıklarıyla, dalcıklarının üstündeki yaprakçıklarıyla birbirine kavuşmuş iki dal…” (s. 12) Doğaya karşı ne kadar hassassa ailesine de o kadar, yaprakçıklarıyla kavuşmuş iki dalla kaburgaların iz bıraktığı parmaklar. Bir an yakınlaşma, anneyle temas ama anne geçmişte kalmış, anlatıcının başını yasladığı annesi değil artık, sırtını acıtan kemikli ellerden biliyor. Nedir, odağın küçülmesiyle kısa, net bakışlar: abla herkesi yerine oturtur, Sermet’i beklemelerini söyleyen babaya abladan bir pike, annenin gözleri ablanın gözlerinde, anlatıcı hemen sıyrılıyor kemikli ellerden ve topun peşine, deviniler, değiniler, alt alta dizilmiş kısa cümleler. Sermet’in gelmeyeceğini anlatıcı da sezinlemiştir ama ablasının gözünden okudukları aşar bu öyküyü, kapladığı alana göre muazzam yoğun bir paragraf, öyküyü delip başka bir yerinde beyaz delik açar da föşkürtür yuttuklarını: “‘Bu gece de gelmeyeceksin değil mi Sermet… Annemin hastalığı, belki de ölümcül hastalığı iyi bir bahane değil mi senin için. Annemi çok seviyorsun, gözünün önünde eriyip gitmesine dayanamıyorsun değil mi…’” (s. 18) Daha devam ediyor, ettikçe yapıyı bacayı yıkıp gidiyor. Buna rağmen iyi öykü. Kitabın sonunda bir ithaf, armağan var, Barbarosoğlu babasını ağlarken gördüğünde mavi gökyüzündeki ay, bardağındaki rakı kadar beyazmış, her öyküyü babasının o akşam döktüğü gözyaşlarına armağan ediyor, babasını özlediğini söyleyerek bitiriyor. İçtenlik, iki dünya arasında köprü. Kaldırır bu öyküler bunu, anlatıcıların inceliklerini açabildikleri kadar açmaları, eğretilemelerini cuk yerinde kullanmaları, hikâyelerinin derinliği ikna edici. “İçimin Şarkısı”, sardunyalar. Anlatıcı gecenin mavisini alıp gözlerine sürüyor, muhatabı uyurken havasız kalmasın diye duvara kocaman bir pencere kondurmuş. İğneleri yiyince bağırıyor, birileri taburcu olursa daha büyük bir odaya geçecekmiş. İlk cümlelerden aldık, hastanedeyiz, akıl hastanesi. Haplar geliyor, sonra muhatabın kirpiklerinden anlatıcının annesinin kirpikleri çıkıyor, hızlı geçişler, çağrışımlar nereye götürürse. Anneyi de bir gün alıp hastaneye götürmüşler, geri getirmemişler. İçinin şarkısını söylemesini istermiş kızından, anlatıcı söyleyecek ama kime, hemen uyduruvermiş işte. Selim Bey sormuş bu şarkı işini, bilmiyormuş. Anlatıcının doktoru. Hayallerden mustarip hastasıyla ara ara konuşuyor, Coşkun’la boşandıklarını da o söyleyecek laf arasında. Hukuki sürecin bu şekilde işlediğinden emin değilim ama öyledir belki, neyse, hemen boyalarına kaçıyor anlatıcı, odasındaki resimler doktorların alıp götürmedikleri. Pencereden görünen geceyi bile anlatıcı yaratmış olabilir, çiçeklerle birlikte renkler de ağırlık kazanıyor artık, o koyu lacivert gök, doğanın neresinden taşarsa, hangi renkse. İğne ipliklerle çalışmasına izin vermiyorlar, çocukken annesiyle çok yaparmış da komşular dantel modeli istermiş. Annesi de ezgilerini söylemezmiş, kızından niye istiyor ki söylemesini, hastaneye götürmesinler diye mi? Bir gün Coşkun gelmiş, öyle bir gelişten önce tanışmışlar tabii, Coşkun atölyesine götürmüş ve çiçekleriyle tanıştırmış anlatıcıyı. Ne gençler, çok güzeller, sonra esas geliş, son kez. O gün kızını yitiriyor anlatıcı, Coşkun’un annesi gelip kızı alıyor, Coşkun gelip anlatıcıyı alıyor, hastaneye bırakıp gidiyor. Oyalı yemenili kadınlar anlamışlar ne olduğunu anlatıcının, önce onlar terk etmiş. Coşkun’un ziyareti buruk, kızı yok yanında. “Artık boşandığımıza göre, kızımı bir daha hiç göremem herhalde… Peki, sen niye gözlerini kapattın?.. Uykun mu geldi?..” (s. 28) Geri çekilme, hayaldanlığı bırakma anları besbelli, nerede bir hüzün varsa ezgisine dönüyor anlatıcı, bir nevi teselli. Ne hüzünlü öykü. “Bir Ses Ver… İçimde Özlem Uyanmasın”a bakınca, gidişlerin tamamı hüzünlü, bir şey geride kalıyor ama çekisinden kurtuluyor kişi, kurtuluşun da bir parçası geride kalıyor ama. Hiçbir şeyi bırakamıyoruz, bıraktığımız hep başka bir şey oluyor, kalması gereken değil. Anlatıcı yine bir dinleyicinin, muhatabın karşısında, kanepeye uzanmış, gözlerini kapatıyor ve bir sisin içine düşüyor. Adalar’ı gizlediğine göre buraları da örtmüş, bu kıyıdan çıkan öykülerden biri. Sessizlik, sis, sonra bir bahçeye geliyor anlatıcı, yaşlı kadının davetiyle oturuyorlar. Hercai menekşeler, petunyalar, süsenler. “Büyükannemin şapkasının altından salınan gümüş rengindeki saçları, güneş vurdukça parıldıyor. Annemin çocukluğunun bahçesi bu olamaz; bu kadar güzel bir bahçeden hiç söz etmemişti.” (s. 31) Üç kuşaklık mutsuzluk var bu kez, büyükanne kızını evden kovmuş, kızı da anlatıcıyı kovmuş, geri dönemedikleri için rüyada bir geri dönüş, ne kadar mümkünse. Suçlu aramak boşa, annesi anlatıcıya eğer o adamla -muhatapla- evlenirse başına ne geleceğini anlatmış, evlilikten kısa süre önce de gelecekte hiçbir sızlanmaya gücünün olmayacağını, “kendi hayatını kurana kadar” kızıyla görüşmek istemediğini söylemiş, burada bir kopuş. Benzer bir durum büyükanneyle anne arasında da var, bir acının paylaşımı. Büyükannede bir fotoğraf varmış, anlatıcı babasını ilk kez görecek, “benden genç bir baba yüzüyle tanışmak” diye düşünürken kırılma anlarından biri yaşanıyor, elindeki fincan kayınca kolalı masa örtüsü üzerinde bir iz, rüyayı karanlığa bulayıp uyanmanın, babayla aynı mesafeyi korumanın yolu.
“Ay Varsa Fesleğenlere Dokunamam” son olsun diyeceğim ama “Antrakt” bölümünden bir alıntı yapmadan olmaz: “Yahu, bugün sizin için günlerden hangisi acaba?.. Yanında bomba patlamış genç bir adamın kanlar içinde, ‘Bana yardım edin,’ diye üstünüze yürümesi mi, tanımadığınız insanların parkta çocuğunuza oyuncak bir ayı armağan etmesi mi, evinize hırsızların girip size bıçak çekmesi mi, aşk mektubu mu, füzyon teorisi mi, kıyıları yağmalayan belediye başkanı mı, kulaklarınızdan gitmeyen bir ezgi mi, ‘Evden çık,’ diyen ev sahibi mi?..” (s. 58) Günü belirleyebilmek için sıralananlara bakınca küçük mutlulukların yanında büyük mutsuzluklar sıralanmış, çiçek almakla babanın tecavüzüne uğramak nasıl yan yana gelebiliyorsa günler de öyle yan yana gelebiliyor, yeter ki hangisi olduğunu belirleyelim, anlatıcının sevgi, sevgisizlik, mutluluk gibi yönlendirmeleriyle biçimlediği günlere bile sızan onca kötülük var ki zamanı ayırt etmek mümkün olmayacak sanki, her şey tek bir günde toplanacak da açılmaz bir kilide dönüşecek. Fesleğenlere dokunamayacak bir kadın, eşine duyduğu kırgınlıktan kurtulmanın yolunu da bulamayınca sessizce toparlanmaya başlayacak. Kırılışını kendi gözleriyle gördüğü için o noktaya gelene kadar her şey çok zorken sonrasında kıvançla dolu olarak ayrılacak evden, yarım bıraktığı mesleğine geri dönecek ve tatillere tek başına gidecek. Gece vakti fesleğenlere bir daha dokunmamasıya.
On numara bir ilk kitap. Barbarosoğlu bir röportajında öykü yazmaya “taştıktan” sonra başladığını söylemiş, taşmanın ne olduğunu merak eden hemen okumalı.
Cevap yaz