Doksanlı yılların başında Bedrettin Dalan oraları turizme fişek olsun diye çalkalayınca basın kuruluşları tahsis edilen yerlere dağılmış, öncesinde Babıâli’de yayınevleri ve gazeteler yan yana, meşhur yazarlar gidip köftecide takılıyorlar, hamamda yıkanıyorlar, pastaneden tatlı alıp tıkınıyorlar. Doğan Hızlan çok sevdiği ayçöreğini hep aynı pastaneden alırmış, patronlardan biri her ziyaretçisine köfte ısmarlarmış, Güreli bildiği veya duyduğu ne varsa almış bu kitaba da neşriyat tarihimizin kaydını bir de böyle çıkarmış, süper. İlk bölümde gazeteler yer alıyor daha çok, kurumların başına gelenler, gelmeyenler, dönemin dili, siyasi atmosferi, tekmili birden. “Besleme basın” denirmiş 1950’lerde, bugün “yandaş basın”. 1950’den sonra hızla kutuplaşmış gazeteler, örneğin “fiyat ayarlaması” yerine “zam” yazan gazeteler Menderes’in yaptırımlarına maruz kalırmış, kâğıt tedariği veya reklam zora girince ne kadar dayanabilirse artık. İktidara yakın olanlara kâğıt bol, fazla kâğıdı olanlar karaborsada okutulurmuş, bir de oradan vurgun. Gazetelerde ne var o zaman, beslemeye bir örnek: Hizmet. Birinci sayfanın sağ altında Ulunay’ın yazısı, ikinci sayfada şehirden haberler, tefrika metin, gezi yazısı. Üçüncü sayfada “Tito Yugoslavyası” nam tefrika, ardından pehlivan tefrikası. O zamanlar çok meşhurmuş bu pehlivan tefrikaları, eski güreşçilerin hayatları deli gibi okunur da rakipleri nasıl hacamat ettikleri canlandırılırmış, hatta bitmek bilmeyen yazılara “pehlivan tefrikası gibi” denirmiş eleştiri maksatlı. Dördüncü sayfada eroin afetiyle ilgili bir yazı dizisi, ikinci bir pehlivan tefrikası, üç sütuna güzel bir kadının portresi. Beşinci sayfada tefrikaların devamı, ilanlar, son sayfada da fotoğraflar. Cumhurbaşkanı Atina’da, askerî tatbikattan hoş bir enstantane, bilmem ne. Görüldüğü üzere yandaş basın o zaman da tırt, gulu guludan başka bir şey yok. Güreli gazeteden giriyor, sokaklardan çıkıyor, Babıâli’de gezdiriyor okuru. Şurada şu bina, Hilmi Yavuz orada çalışırdı, tabancası eksik olmayan bir yazar şurada çalışır, burada yerdi, Erol Simavi sabahın yedi buçuğunda işinin başına gelirdi. İnsanlara geleceğiz, gazeteden çıkmayalım şimdilik, atlatma mesela. Bir haberi rakiplerden önce yayımlamak büyük iş, zamanın büyük gazetecileri el kol uzunluklarının nispetinde atlatırlarmış diğerlerini, mesela Tuna’dan kopup gelen buzların Boğaz’ı dolduracağının haberini ilk alan gazeteci anlatıyor süreci, bilmem neredeki tanıdığından aldığı bilgiyle haberi çiziktirip yolluyor, tamam bu iş. Ödül verirmiş kimi patronlar, haberin önemi ne kadar ediyorsa o kadar ama bunun öte yanında işlerinden olabiliyor gazeteciler, atlattıklarını düşünüp yalan haber girdilerse eyvah. Öküz şakaları vardır, hani erginlik ayinine benzeyen, o şakayı yemeden topluluğa kabul edilmez insan. Muhabirler ölçüyü kaçırdıkları zaman arkadaşlarına ilk sayfadan asparagas sokuşturtuyorlar, misal Bolu’da bir bekçi cinnet getirmiş de on kişiyi mi vurmuş, aslında yok muymuş böyle bir şey de eşek kişilerden biri komiklik olsun diye kandırmış mı arkadaşını, başı belada arkadaşın. Kamyonların arkasından koştururlarmış sonra, o zamanlar gazeteler Anadolu’ya karayoluyla taşındığı için zamanında kalkması lazımmış kamyonların da şaka sebebiyle gecikme mi yaşanmış, korkunç. Askerde falan çok yapılır ya böyle şeyler, düşük zekâ göstergesi, anca bu şekilde eğlenebiliyor o tür insanlar, kafaları buna basıyor bir. Şiş sistemi var, diyelim haber geldi ama bayat veya basmaya değmez, hemen şişe geçiriliyor. Eğer şişe geçmemesi gereken bir haberse fena, şef geliyor, “Kim geçirdi ulan şişe bunu?” diye bir ünlüyor, sopa yemekten beter ediyor. Gazetecileri yurt dışına yollama olayı Sedat Simavi’yle zirveye ulaşıyor, spor haberlerine tam sayfa ayırmayı da ilk düşünen Simavi. 1948 Londra Olimpiyatları’nda güreşçilerimiz altın madalyalara doymadığı için ilk tiraj patlaması Hürriyet‘in işine çok yarıyor, yeniliklerin ardı arkası kesilmiyor böylece, ilk fotoroman aynı gazetede çıkıyor, yazı dizisi ve seri röportajlar, özel günler için yoğunlaştırılan içerik, promosyonlar derken Simavi damgasını vuruyor basın dünyasına. 6-7 Eylül’le ilgili etkisini tam olarak bilmiyorum, Güreli derinlemesine incelemiyor mevzuyu da “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır” yazılı dövizlerle yağmaya çıkanlar bu sloganı Hürriyet‘ten alıyorlar, Kıbrıs meselesini konu edinen yazıların tonu ne, halk ne kadar kışkırmıştır bu yazılardan ötürü, bakmak lazım. Başka, bayramlarda gazete çıkmazmış da 1990’ların başında vazgeçilmiş bu uygulamadan. Yeni Gazetecilik malum, Robert Fulford bahsediyordu Anlatının Gücü‘nde, muhabirler adeta sosyal bilimci gibi dalarlar ortama da özneliklerini duyururlar yazılarında, kişisel bir deneyim olarak kurgularlar haberlerini, Güreli’nin dediğine göre bu bizde çok eskiden beri var. Aslında yok da teknik benzer, örnek olarak verilen üfürme haberde muhabir jüriye iteleniyor haber yapmaya gittiği yerde, dansöz yarışmasında kadınları değerlendirirken etrafında olup biteni anlatıyor. Oldu Yeni Gazetecilik. Atlatmayla ilgili bir hikâye: Roma’da yapılan Avrupa Güzellik Yarışması’nda Türkiye Güzeli Günseli Başar birinci olmuş, genç bir muhabiri Başar’ın Kadıköy’deki evine yolluyorlar röportaj yapması için. Amiri evdeki fotoğrafları, mümkünse hepsini toplayıp getirmesini istiyor, aile fotoğrafların gazetede çıkacağını duyduklarında arıza çıkarmaz diye umuyor. Taktik bu, sonradan gidenler hiçbir fotoğraf bulamamalı basacak. Genç muhabir gidiyor, röportajını yapıyor ama fotoğraf yok, hepsi İzmir’deki evde. Ertesi gün başka bir gazetede boy boy fotoğrafları çıkıyor Başar’ın, aileyi ikna ettiler herhalde. Yenilgi basbayağı. Genç muhabir öğrenecek işi böyle böyle. Bir tane daha: Amirin biri çaylağına görev veriyor, Bilmemne Paşa’nın fotoğrafını bulup getirdikten sonra haber yapılacak. Çaylak gidiyor da bulamıyor Paşa’yı, civardaki yetkili abilerden birine soruyor. Abi şöyle bir bakıyor çaylağa, kâğıda bir şeyler karalayıp veriyor. Ada şu, parsel bu, Karacaahmet. Hâlâ aymıyor çaylak, arkadaşıyla birlikte gidiyorlar verilen adrese, yavaş yavaş uyanıyorlar da amirin emri belli, fotoğrafı çekip götürüyorlar, masaya bırakıyorlar. Amir ertesi gün çağırıyor çaylağı, bir dahaki sefere söylemesini istiyor olup biteni, herkes hata yapabilir, kendi dahil.
Grev sürüsüyle, özellikle 1970’lerdeki grevler emekçilerin haklarını almalarıyla sonuçlanmış genellikle, hangi cenahtan olursa olsun patronlar birleşip işçilere o kadar veremeyeceklerini söyleyince bir grev, iş tamam çünkü gazetenin bir gün olsun çıkmaması facia. “O dönem Babıâli’nin gazeteciler açısından hareketli, uygarca mücadelelerin yapıldığı, renkli, keyifli bir dönemdi. Sonra 12 Eylül 1980 askeri darbesi geldi; üniversitelerle, partilerle birlikte sendikalar ve sivil toplum örgütleri haşat edildi. Babıâli’de de günahı çok bir dönem başladı.” (s. 87) Cimri patronlar var, illallah dedirtiyorlar, bir de Yaşar Nabi gibiler var ki öpüp başa koyuyorlar. Çeviri mi yaptırdı, çevirmenin önünde hemen tık tık tık yazarmış ödeme emrini Yaşar Nabi, iki pul yapıştırıp çevirmene uzatırmış. İmzalarmış çevirmen, sonra Yaşar Nabi masasındaki siyah kulplu kutuyu açar, paraları verip ödemeyi yaparmış hemen. Azize Bergin anlatıyor bunu, yıllar boyunca hep aynı şekilde ödeme yapmış Yaşar Nabi.
Reşid Halid Gönç’le bitireyim, saygı duruşu. Bu ilginç, bombastik kişi kırk yıl mı, elli yıl mı, onca yıl boyunca denk geldiği yazardan, gazeteciden fotoğraf istemiş, bir de fotoğraf altı yazısı, elde ettiklerini kartonlara yapıştırıp arşiv oluşturmuş. Kimlerin kimlerin yazıları var, bazılarına yer vermiş Güreli. Ortam çok şenmiş, bu kesin. Vecize sıkan var, ne yazacağını bilmediğini yazan var, şiir yazan var, karışık.
Dört dörtlük araştırma, ilgilisi kaçırmasın.
Cevap yaz