“Sıkça Sorulan Sorular” ders gibi öykü, kitaptaki diğer öykülerin hiçbiri bunun kadar dengeli ve oyuncul değil. Anlatıcı birine baştan sona emir verir çünkü biri yaşamak istemektedir, ölmeye yakınlığından kurtulabilmesi için o güne kadar aldığı eğitimi, öğrendiklerini gözden geçirir ama önce şartlar: Her yer toz, el yordamıyla taranan vücutta kanama yok, bacaklara inen panel ve geri kalan göçük hareket kabiliyetini sıfıra indirmiş, alanın sağladığı oksijenin bitmesini hesaplamak için hipotenüsün uzunluğu ve insanın dakikada kaç metreküp oksijene ihtiyaç duyduğu bilinse yeter. Yaklaşık çeyrek metreküplük bir alanda mahsur kalan anlatıcının işi var, yemek yemek için girdiği kebapçı depremde yerle bir, biri de sıkışmış bir yerlere işte, üstelik bir yıl kreşe, bir yıl anaokuluna, beş üç dört beş derken toplamda on dokuz yılını eğitime harcamış, askerlik ve televizyon cabası, bakalım neler öğrendi de kurtulamayacak o göçükten? İstanbul’da gerçekleşen büyük depremlerin tarihlerini hatırlamak gurur verici, bu bilginin hiçbir işe yaramaması da dolaylı olarak gurur verici çünkü hayat kurtarıcı bilgi oralarda bir yerdedir, arayış sürerken hatırlanacaklar tozun toprağın içinde göğüs kabartacaktır, yavaş yavaş çöken panel o göğsü ezene kadar. Zaman daralıyor, edebi metnin içinde olsa edebiyat dersindeki ögelere bakacak, olay örgüsü, karakter, mekân, zaman derken serecek, düğümleyecek ve çözecek, bunlar tamam ama pozitif olmayan bilim gerçek hayatta ne işe yarayacak? İnanç askıya gelmez çünkü askı da göçüğün altında, kurmaca murmaca ne varsa gerçeğin dar alanında ezilmemeye çalışıyor. Vatandaşlık, müzik, kimya, derslerden medet umulmaz, imdat yardımıyla medet bulunur ama ağırdır o yaşananlar, elini kolunu hareket ettiremez adam. Askerlik zamanında çalıştırdığı mantık tekrar işlemeye başlar ve durur, askerliğin en iyisi ölürken bile az anımsananıdır. Eh, oksijen azaldıkça her şey birbirine girmeye başlar, matrak sayıklamalar anlatıyı kaplar, mesela Allah emri peygamber kavliyle kızlar Eflak ve Boğdan oğullar Alsas ve Loren’e istenir, bu tür geyikler hoştur, en sonda da Oğuz Atay’ın yazarını, okurunu, metnini arayan okur, yazar ve okuruna dair bir cümleyle sonlanır. Bu öykü façasını iyi yapar, gevezeliğe başvurmaz, uzatmaz, kısaltmaz, finalindeki şalala da akarsız kokarsızdır, adam yazarının nerede olduğunu sorgular, eğer anlatıcı aynı zamanda yazarsa ki neden olmasın, buna İsa’nın Baba’sına çıkışmasının edebi versiyonudur diyebiliriz. Aşırı yorumsa aşırı yorum, öykü iyiyse lafı uzatmak istediğimden.
“Başlangıcın Sonu” mesela hesaplı kitaplı olduğu, öyküleyici anlatıma cepheden yaslandığı için, yine sevdim ama pek sevemedim diyebilirim. Bu pekliği arıyorum ve ilkinde buldum mesela, “Vay!” dedim, ikinci öyküye geçince, “Hee,” deyip düştüm azıcık. Şudur, “16 Haziran” başlıklı kayıtta Birgül’ün son rüyasına şahit oluruz. Birgül çocukluğunu görür, ailesiyle geçirdiği mutlu günlerden bir iki anıyı anlatılan esas zaman çizgisine taşır ki çatışma patada kütede ses getirsin. Anne baba ölmüş, Birgül yıllardır yalnız, bir de kafe açılıyor evine üstelik, uyandığı zaman evinin işgal edildiğini görüyor. Bürokratik, hukuki meseleler çarpıtılmış tabii, çünkü hangi çılgın evine kafe açacakmış şaşar Birgül, sonra o evde yaşadığından haberlerinin olmadığını öğrenir. Gerisi o neçe işin düzeltilmesi için Kafkavari çabalar. Apartman yöneticisine gider, mutlu mesut komşuluklarının hatırına imza mimza toplayıp kafeyi kapattırmayı düşünür ama yönetici beyefendi kafenin bölgeye yeni bir soluk getirdiğinden, hem kafe kapatılırsa meyhane falan açılacağından bahseder. Memurlar, insanlar mantıktan muaftır, daha doğrusu, “Bırak yapsınlar, bırak etsinler, takma kafayı” düsturuyla hareket ederler. Kafede çalışan elemanlar Birgül’ün kafeyi kapattırmaya çalıştığını öğrendiklerinde çıkışırlar, ekmek paralarından olmak istemediklerini söylerler, üzülürüz. Birgül’e de üzülürüz, boşa kürek çekmesi sonlanmaz bir türlü. İnternet üzerinden dilekçesini ilgili makamlara ulaştırmaya çalışır örneğin, başaramaz. “Zararsız bir küfür” savurur, zararlısını merak ederiz. Server hataları, kimlik numarasının kabul edilmemesi, zaman aşımları derken Birgül’ün devlet nezdinde var olup olmadığını düşünmeye başlarız. Birgül var mıdır? Birgül evi kadar mı vardır? Birgül’ün haklılığı mümkün müdür? Bunlar bir yana, internet kafede takada tukada yazan birinin Pentagon’un veritabanını ele geçirmeye çalıştığına dair benzetme öykünün mizahına uygundur da lüzumlu mudur? Öykünün sonunu bağlayan benzerlik mesela, daha Birgülce bir son şık olmaz mıydı? Devlet dairesinde unutulan, herkesin gittiğini, onu unuttuklarını, ne yapsın, orada oturacağını söyleyen adamın yaptıklarını, dediklerini tekrarlayan Birgül’den son bir çıkış bekledim, olmadı. Olmasın, hoş öykü. Ama gereğinden fazla uzun. Gereğini anlatmakla göstermenin dengesi olarak görüyorum, bir kefe diğerinden daha ağır gelince tutulamıyorum, beğeniyorum ama yine. Daha “yoğun” diyeceğim, olabilirmiş.
“Ustalara Saygı” da en beğendiğim ikinci öykü sanırım, “Sıkça Sorulan Sorular”la aynı kurgusal dinamikleri taşıyor. Yaşlı bir Yeşilçam emekçisinin söyleşisi, sırf diyalog. O dönemin çekim şartları, yıldız oyuncuları, yönetmenleri, yokluktan ötürü yaşanan matrak olaylar zaten güzel, bir de anlatıcının kafa karışıklığı ve kendine özgü “yaşlı tahkiyesi” ortaya çıkınca tadından yenmiyor. Güldüm bu öyküde, diğerlerinde gülmedim, bu öykü güldürdü. İyi demek için kâfi. Bence. “Köşesiz Adam” bir Çehov karakteri aslında. Ya da gerçek yaşamdaki yansımasıyla bir karakter niteliği kazanmış. Ya da gerçek yaşamdaki yansıma bu öykü sayesinde Köşesiz Adam haline gelmiş, kim neye dönüşüyorsa. Anlatıcı okuldu, askerlikti derken kendi işini kurmaya karar veriyor, Çin’den alıp burada satıyor bir güzel. Dükkânı tuttuğu yer fena, komşusu daha fena. Yağ bağlamış bir yorgancı, yobazlığı var, dümdüz biri. Şahane kurmuş bu karakteri Çevikdoğan, adamın tan tan tenekeliği canlanıyor hemen. En önemli detay şu enine çizgili tişört veya gömlekti tabii, resmi üniforma gibi bir şey. Neyse, adamımızın Çin’den getirdiği bir figürde Türk bayrağının yıldızı altı köşeli. Eyvah, hemen eylemler düzenleniyor dükkânın önünde, cam çerçeve indirilecekken göstericiler kalabalığı sakinleştirip götürüyorlar ama Köşesiz Adam Nurullah onca muhabbete rağmen anlatıcının önünde yere tükürüyor, dükkânına giriyor ve konuşmuyor bir daha. Hemen tası tarağı topluyor bizimki, arazi oluyor. Nurullah’ın bu at gözlüğüne rağmen nasıl olup da o yorganlara o kadar güzel desenler işlediği bir başka mesele. Gerçi yaratıcılığın kendisi başlı başına mühim bir şey ama toplumsal öğrenmeyi, güdülenmeyi, ayrışmayı engelleyebilecek kadar sağaltmıyor bilişsel, kişisel dünyayı, o yüzden normal. “Şiir okuyan biri kötü olabilir mi?” şeklindeki üfürükten soruları hatırlayalım ve aynı dandiklikte bir cevap verelim: Okuma yazma bilmek kötülüğü engellemez.
“Uzun Hikâye, Karışık” da üç numara bence. Çevikdoğan’ın görece daha kısa öykülerini okurken öykü okuduğumu hissettim sanırım, uzunlarda biraz dağınıklık var ama bunlar şahane. Serpil Şen adlı iş bitirici, tuttuğunu koparan bir iş kadınının robotlaşmasıyla ilgilidir bu öykü, iyidir. Öyle böyle desem de uzunlar da iyidir. Araya dereye sıkıştırılmış az bilinen sözcükler, deyimler, deyişler var, açıkçası neden orada olduklarına dair bir şey diyemiyorum, renk katıyorlar ama katmasalar daha iyi olur sanki. Öykülerdeki diyaloglardan, olaylardan buram buram Hüseyin Rahmi Gürpınar kokusunu alabilirsiniz, iyidir. Sibel K. Türker’in kurmaca atmosferine yakın havalar var öykülerde, o da güzel. Yani Çevikdoğan takip etmeye niyetlendiğim yerli üç beş yazardan biri artık, ikinci kitabını merakla beklerim.
Cevap yaz