Arka kapaktan başlaması: “Riskli” meselelerin irdelendiği doğrudur, “biçimsel denemeler” pek de doğru değildir, halihazırdaki biçimler ustalıkla kullanılmıştır denebilir. O da ilginç, biri bir şey denedikten sonra denediğini mülküne geçirmese de denenenin adresi belli oluyor artık: deneyen her kimse, deneyenin denediğinin yer aldığı metin neyse. Mesela “Yedinci Gün” adlı ilk öyküde Eski Ahit’in kozmogonisinin bir bölümü epigraf olarak kullanılmış, şu altı gün boyunca çalışıp yedinci gün ense yapan Tanrı’nın işleri meselesi. Sonrasında yedi güne ayrılmış öykünün altı gününde/bölümünde katledilen kadınların ve bir transeksüelin hikâyeleri kısaca anlatılıyor, her öykünün sonunda farklı komiserler matrak bir şey söylüyorlar veya yapıyorlar, hepsi değil gerçi. En sonda Tevfik nam karakterimizin çok ağır bir çocukluk travmasından ötürü cinayetleri işlediğini görüyoruz, öldürdüğü insanların bedenlerinden farklı parçaları keserek bir araya getiriyor, yıllar önce yitirdiğini elde etmeye çalışıyor böylece. “Deneme”den ağırlıklı olarak kastın bu öykü olduğunu düşünerek ve yapılmış olanın kaçınılmaz biçimde, bilerek veya bilmeden tekrar yapılmasında hiçbir sorun olmadığını baştan söyleyerek diyorum ki Bolaño’nun 2666‘sındaki kadın cinayetlerinin anlatıldığı bölümü andıran bir yapısı, havası var ilk altı günün, cinayetler Meksika yerine Beykoz’da işleniyor, organlar eksik. Tevfik’i sonda görsek de kayıp organlara bakarak bir amaç güdüldüğünü çıkarabiliyoruz, zaten epigraftan ötürü tetikte okuduğumuz için niyeti anlıyoruz, bu durumda daha en başta ipucunu vermek köfteyi çaktırıyor, kurgunun verdiği vereceği keyfi azaltıyor. Benzer bir mesele Fatma Nur Kaptanoğlu’nun Ateşten Atlamak‘ının ikinci öyküsünde var, adı aklıma gelmedi şimdi, Kaptanoğlu o öyküde altı gün bahsini hiç ipucu vermeden işliyor, öyküye yediriyor. Okura hoş bir sürpriz. “Yedinci Gün”de epigraftan hemen sonra cinayetlerin işleneceği kapılara konan kırmızı “x” işaretini de gözden kaçırmadıysak gizem en başta, büyük oranda çözülüyor. Son derece öznel bir yorum bu, öykünün kıymetinden bir şey götürmez çünkü kurulduğu haliyle de iyi bir öykü: Okuru karanlığa daha fazla maruz bırakmak yolu bulmanın kıymetini artırabilir.
“Ali-Veli-4950” bir buluş üzerine kurulmuş, atmosferi belirleyen başlangıcı iyi: “Gecenin karanlığında, ıssız sokaklarda gezer düşlerin fısıltıları. Sahipsizliğin somurtkanlığını peşlerine takarak, buldukları ilk barınağa girerler. İşte orada, gölgelerin ardında, başlar siyahla beyazın hikâyesi. Ya da öyle sanır herhangi birisi…” (s. 19) Epigraf için bir şey diyemeyeceğim, başlığın ve tekerlemenin devamıdır, bence yersizdir ama olur yani. Neyse, Ali’nin yaşamının son gecesindeyiz, ilikleri donduran bir soğuk, kar tabakası Esenler Otograı’nın üzerini dantelli beyaz bir örtü gibi kaplamış, 8 numaralı peronda bir büfe var, Ali büfede. Tasvirle başlamak klasik tercih, ardından mevzu fantastiğe kayacak aniden, Yula ortaya çıkacak. Öte geçeden bir varlık, ruhları topluyor. Ali’yi de topluyor tabii, o buz anlatıyı bir anda düşselleştiriyor, musallat olduklarını başka diyarlara göçürüyor. Veli ikinci bölümde çıkıyor ortaya, çöpten besleniyor, donmuş çocuğun etrafında toplanan kalabalığa bakıp lanet ediyor çünkü “yemek teknesi”nin yanına gidemiyor. “Ekmek teknesi” mi yoksa gastronom küvet mi bahsedilen, o kalsın. Çöküveriyor, Yula’nın eline düşüveriyor. 4950’yse bir oda numarası, müşterisini bekleyen, adam içine girdiğinde fark etmeyecek kadar kötü durumdaki kadın Yula’nın. Baba Veli, oğul Ali, Ali’nin annesi olan kadının adı yok. Yollar ayrılmış, üç yaşam ölümle tekrar bağlanıyor birbirine. Öykü bir hikâye anlatıcısının bitireceği şekilde bitiyor: “İşte Ali, Veli ve 4950’nin ilikleri donduran bir soğukta başlayan, kan kokan bir kalabalıkta devam eden ve ruhları ürperten bir karanlıkla son bulan hikâyesi burada bitti.” (s. 28) Bir de Yula’nın tahtında oturup beklemesi var, nokta. Bu son bölümü yine öykünün aşırı aydınlığı olarak görüyorum, hikâyecinin sesinin tonu öykünün başı hariç o kadar az duyuluyor ki sonda bir çekiştiriyor öyküyü, olmak istemediği bir yere götürüp bırakıyor sanki.
“Duman” çok hoş bir öyküdür, içinden kedi geçer, matraktır. Bir kedinin apartmanı ele geçirmesi, anlatıcıyı huzursuz etmesi, apartman sakinlerini yavaş yavaş kaçırmasıyla ilgilidir, üstelik Duman nam kedimiz etrafına topladığı fareleri de işe koşarak hayalet gibi, umacı ve ecinni ve dahi öcü gibi bir şeyin korkutuculuğuna sahip olur. Kısacık, on numara beş yıldız bir öykü, May Sarton’ın Kürklü Kişi‘siyle birlikte okunursa etkisi artar.
“Yankı” gözlemcinin gözlemlerken gözlemlenebileceğine ve edimlerinin başka yaşamlardan yankıyarak kendi yaşamını ikinci bir yolla etkileyebileceğine dairdi. Penceresinin önünde oturan anlatıcı gözler, yaşamlar üst üste yığılmış kutularda ve sokakta akıp giderken o hep aynı yerdedir, izler durur. İnsanlara isimler biçer, karakterler diker, ne bileyim, gönlünce yaşatır hepsini. Tartışanların ne konuştuklarını canlandırır, gündeliğin döngüsündeki yaşamları ezberler. Bir iki şeyi de açıklar ama açıklamasa daha iyidir aslında: “Gözlemeye karar verdiğinizde bilmeniz gerekenlerden biri de hep mutlu şeylerin yaşanmayacağıdır. Ve acılara da dayanıklı olmalısınız.” (s. 39) Anlatıcı takibe aldığı bir karaktere, O’na karşı taşan öfkesini dizginleyemez, bir sabah sokağa çıkıp karaktere yaklaşır, kısa bir diyalog, anlatıcıya aslında kendi kendini izlediğini söyler O. Yaratı yaratandan bambaşka bir yere düşmez, her yaratı otobiyografiktir, son diyalog sesin yankısının aynı ses olduğunu gösteren feedback niteliğindedir adeta.
“Ahmet Nabi Şentürk” delicesine yazar olmak isteyen birinin yarattığı sahte kimliğini, personasını öldürmesiyle ilgili bir öykü, mevzunun romanını okumak isteyenler Julian Symons’ın Kendini Öldüren Adam adlı metnini edinebilirler, hatta çapraz okuma yaparak edebiyat namına iyilik hoşluk peşinde koşmuş olurlar.
“Bir Kırgınlıkla Başladı Her Şey…” Doğu tandanslı, mirasa konmak isteyen iki abili, yine fantastiğe beşlik çaktıran hoş bir öykü. Kız kardeşlerinin paylarına konan, para için ömürlük kırgınlıklara yol açan abiler, dayılar, erkekler, erkeklerimiz… Konu iyi, anlatım iyi, beğenirsiniz. “Hayat Öpücüğü”nü de beğenirsiniz ama diğer öykülere nazaran atmosferi daha az yoğundur, tahkiye üzerinden yürür. Seksen beş yaşındaki annesini sevmeyen elli yaşındaki bir kadının ağzından COVID-19’un bütün sorunları çözebileceğine dair ilginç bir hikâyedir okuduğumuz, virüsü sevmediğimiz ve oksijen tüketmesini istemediğimiz insanlara bulaştırmanın bazı şeyler için kesin çözüm olduğunu anlatır. Virüslü öykülerden ilki diyeceğim, daha önceden yazılanı vardır mutlaka. Basılan ilk öykülerden biri denebilir belki. Bilemiyorum, yerli edebiyattan bir tık uzağım, bilen beri gelsin. “Afiyet Hanım İle Kuru Sultan Arasındaki Et Dalaşına Dair” nam öykü belli bir konuda özdeş karakterlerin kimlik takasıyla ilgilidir, eşcinsellik sosu bu kimliklerin geçişkenliğini artırır, spoiler vereceğim için burayı es geçebilirsiniz, yamyamlık da bu değişimle ilgilidir. Kısacası iki hanım sosyoekonomik açıdan zıt kutuplardadırlar ama bir araya gelmeleri alelade bir tesadüfe bakar, buluştuklarında birinin yerini diğeri alır, diğerinin sunduğu yemek programını biri sunmaya başlar. “Kor Adam”la bitireyim. Kuantum fiziğine göre insanlar her an tutuşup yanabilirler, havada durabilirler, galaksinin diğer ucuna ışınlanabilirler, mümkündür bunlar. Kor Adam da yanar işte, şu 90’lardaki filmlerden birinde anlatılan elektrik çocuk gibidir, her an ateşle ilgili bir şeye yol açabilir ama tıkıldığı tımarhanenin çalışanlarına ve sakinlerine inandıramaz kendini. Nihayetinde kor olur ve inandırır. Böyle. Son öykü “Amaçsız AHLAT Derneği”ni kitaptaki en iyi beş öyküden ikincisi veya dördüncüsü ilan ediyorum ve başka bir şey söylemiyorum, sanki Koçak yapmak istediği şeyi en iyi bu öyküde yapmış gibi hissettim, büyük rahatlıkla yazılmış bir öykü. Gidiyor yani, takılmıyor, duraklamıyor, anlatacağını anlatıp bitiyor.
Klasik anlatının ağırlığının hissedildiği, ikinci baskı: ilginç buluşlara dayanan öyküler. Benim aradığım biraz daha başka, yine de okuduğuma memnun eden, okunası öyküler diyorum ve burayı dağıtıyorum.
Cevap yaz