Var ya öyle metinler, birinin hikâyesinde bir başkası görünür, başkasının hikâyesinde bir yaprak savrulur ve daha da başkasının hikâyesine girer, her şey birbirine bağlanır, herkes herkesle dostmuş gibi bir toplamdır, İplikçi’nin öyküleri incecik çizgilerin bitiştirdiği insanlarla dolu. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Tarihi‘nin İplikçi öyküsünde belirişi, öyküde Tunç’un etkisi ya da, gerçi bu tür bağlar tey nerelerde, hangi metinlerde dahi var ama İplikçicesi yok. Olmuş, iyi ama İplikçi’nin öykü görgüsünde bir gedik mi var, rahatsız edici yükselişler var belki, dokuyu zorlayan ve yer yer yırtan arızalar yazarın ilk öykülerinde yoktu, ilk öykülerin tamamı yükselişlerden, hoş buluşlardan oluştuğu, daha da önemlisi dili de okur ve karakter özelinde özgün duyumsayışlara kapı araladığı için başarılıydı, bu öykülerde ele alınan toplumsal sorunlar temel anlatı düzeyinde dile getirildiği için ani düşüşlere şahit oluyoruz, o biricikliğe karışmış halde çıkmıyor karşımıza. Kötü. “Portakal”a bakıyorum, köyde Ermeni mezarlığını kazıp altın arayan insanların anlatıldığı, diyalog ağırlıklı bir öykü, Pembe nam karakterin eli kırsalın anlatısında neden Arşimet’in sabit noktasında sotada beklesin ki? Öykünün sakin yüzeyinden fezaya fırlayan bir eğretileme, ne gerek. Pembe ve Portakal konuşuyorlar, mezarlıkla ilgili mevzular söz konusu, eğer amneziye tutulmamışlarsa yakın tarihte yaşadıklarını birbirlerine anlatmalarının, açıklamalarının manası? Okura bilgi olsun. Olmasın ama, bilgi topağını bu şekilde lök diye yutmak istemiyorum bir, karakterleri insan olmaktan çıkarıyor iki, çünkü birbirlerinden hesap falan sormuyorlarsa, karakterlerce bilindiğini bildiğimiz bir şey -tekrarın hiçbir gerekçesi yok, ne bir suçluluktan arınma ne yenen haltla övünme ne de başka bir sebep- baştan, detaylarıyla anlatılmaz, mantıksız. “Aziz”e bakalım, anormal derecede kıskanç bir kocanın estirdiği terörü görüyoruz, adam balayını cehenneme çeviriyor ve hemen eve dönmeye karar veriyor, eşiyle birlikte yallah geri. Annesi normalleştirmiş kıskançlığı, seven adamın kıskanacağını söylemiş de Aziz psikotik, gördüğü yakışıklı adamlar aslında yok, kuruntusundan önce nörolojik bir rahatsızlıktan mustarip. Her şey tamam, dönüş yolunda eşinin incecik boğazına ellerini dolamak istiyor, mümkün bir senaryo ve bu öykü için iyi bir son. Ama değil, son şu: “Bu düşünceden ölesiye ürperecek ve korkacaktı. Ama bir dakika! Ne de olsa namus her şey demekti bir erkek için. Üstelik, sadece seven erkek kıskanırdı.” (s. 109) Aziz’in kafayı zaten anladık, gösterilen ve gösterilmeyenle düştük o hastalıklı bilincin derinliklerine, gözümüze siper edecek bir şey aratmaya lüzum var mıydı, kafamıza fırlatılan böyle açık bir anlatımla mı bitmeli bu öykü bilmem, bence bitmemeliydi. Anlatımın öyküyü aştığı bir nokta daha, “Sütaşkım”dan. Kent marka otobüsler gelmiş, süper otobüsler bunlar. “Kimileri iktidar partisi seçmeni olmayınca bunlara binmememiz gerektiğini söylüyor. Dünyada belediyecilik anlayışını böylesi bir mantıksızlığa indirgeyen kaç ülke vardır acaba? Kaldı ki, tüm bunları yapmak için vergiler halktan alınırken, ‘Kardeş siz ne seçmenisiniz,’ diye kimse kimseye bir şey sormuyor!” (s. 110) Karakterin bu bilinç düzeyine indiği başka bir nokta yok, öykünün gerisi güzel bir taklayla, yavaş yavaş artan tansiyonun zirvesiyle sonlanıyor, böylesi bir didaktizm mahvediyor atmosferi. “Güneşi kıskandıracak kadar gülmek” geçiyor bir yerde, vur beline kazmayı. “Lamia”da iki yarım porsiyon yemeğe iki tam porsiyon fiyatı çekildiği için kavga eden karakter son derece mantıklı, kendinde, hakkını arayan bir kadın. Mizahtan değil, ruh cortluğundan değil, şöyle bir şeyle karşılaşıyoruz: “‘Yani ben, bu üçkâğıtçılığı ya seveceğim ya da bu mekâna hiç ayak basmayacağım öyle mi? Yani yazarların içeride hırsızların dışarda olduğu bir ülkede artık neden, diye bile sormayacağım, sormayacağız, öyle mi?’” (s. 134) Yok, kasadaki kadın ah o karakter gibilerin her şeyi birbirine karıştırdığından yakınıyor ama yemez, bunu da fezaya giden eğretilemenin yakınlarında görebiliriz. Öyküler yer yer yalpalıyor böyle, İplikçi’nin ilk öykülerinde gerçekten böylesi yoktu, sorunu öyküye sokuşturmaca ve dengeyi tutturamamaca hiç yoktu. Bunlar hayal kırıklığı, ustalık göstergeleri apayrı.
“İrfan” bir rastgele filozofun belirdiği gibi kaybolmasıdır. Kadınla başlarız, mavi yakalı olduğu söyleniyor ama botoksa yakınlığı, AVM’den bozma işyerinde çalışması, yüksek topuklu ayakkabıları beyaz yakaya yaklaştırıyor kadını. Kadın koşturuyor, karnı aç, caddenin karşısındaki simitçiyi görüyor ve karbonhidrat yüklemesi yapmaktan çekinse de, eh, bir simitten bir şey olmaz. Ne ki İrfan bir düzine simidi yekten satmak istiyor, sorduğu üç soruya da doğru cevap alırsa ancak o zaman bir tane satabilir. Bu dünyada en büyük insan, en büyük meziyet, insanın değiştirebildiği şey, sorular bunlar. A Milli Takım bahsi geçiyor, maç varmış o gün, “öyküyü aktaran” anlatıcı bu noktada araya girerek “idealist ve aynı zamanda romantik maç spikerlerinden biri olarak” kadının bütün simitleri aldığını, ardından “meraklısı için” simitçiden araklanmış cevapları sıralıyor, hoş oyun. İplikçi’nin öykülerini okuma sebebim bu oyunlar, Civan çok çok kötü bir romandı ama öykülerdeki parıltılar kıymetli. Bu tuhaf, neredeyse gerçeklik dışı andan sonra İrfan’ın az ilerideki Pastırma Yazı Rezidansları’nı gören köhne bir tavan arasında molozların altında kaldığını öğreniriz, doğalgaz kaçağı yüzünden gerçekleşen bir patlamada hayatını kaybeder, yoksulluğun bir yüzünü görürüz. Devam eden öyküde bir başka yüz, sorunun öyküyle tam olarak bütünleştiği başarılı bir örnek var. “Özet: Bir genç Kars’tan İstanbul’a geliyor. On dokuz yaşında dershane parasını biriktirmek, ardından üniversiteye girebilmek, okuyabilmek için… Üniversiteye başlamak için geç bir yaş. Ne yapalım… Bazen bazı yerler bazı zamanlara böyle yetişir. Doğu ve yoksulluk, tam zamanı için geçtir; gecikirsiniz…” (s. 25) Korku dolu bir çığlık “oluverir” Bilâl, bırakır, ağırlıklarını atar, yükselmeye bakar. Her yanı boşluktur, önü, arkası, sağı, solu, sobeleyen bir boşluk. Eh, saklambaç burada çiğ takla çünkü neden, sırf atmak için. Katlar tükenir, anlatıcı yine ağırlıkları atmayı, bırakmayı telkin eder: soruları, bedeni, hiçliği bırakacaktır Bilâl. “Yüksel”e geçiyoruz, bu ölümden az sonrasına. Yüksel ve Koray sonraki öykülerde sıklıkla karşımıza çıkacak iki karakter, birbirlerinden bıkmış insanlar. Pastırma Yazı Rezidansları’ndan ev almışlar, muhtemelen kaba inşaata bakmak için bilmem kaçıncı kata çıkmışlar, garip. Elektrik kesintisi yüzünden asansörde hapsoluyorlar, üç saat boyunca geçmişleriyle yüzleşmek zorundalar. Bir yandan fısıltı geliyor durmadan: “bırakbırakbırak”, önceki öyküden. Yüksel’in aklında Niyazi var, Koray’ın aklında da Niyazi var çünkü ikisi çocukluktan arkadaşlar, okula birlikte gitmişler, İda’nın eteklerinden Antik Yunan’ın gizemli topraklarına, tanrılarının gölgelerine yaptıkları yolculukların yer aldığı bir öykü de var ki şahane. Bu öykünün geri kalanı muhasebe, Koray yolunu bulup zengin olmuş da sosyalistlikten liberalliğe terfi etmiş, Yüksel zaten burjuva bir aileden geliyor, Niyazi memur çocuğu olarak ikisinin ilişkilerini uzaktan izlemek zorunda kalmış. Koray’ın şüpheleri var, ikisi sevişmiş olabilir. Yüksel’in özlemi var, Niyazi çok güzel adamdı. Sonunda Koray dayanamıyor ve Yüksel’e soruyor, eşinde sevgi kaldı mı acaba? Cevap yok, korkunç bir sessizlik, “bırakbırakbırak” hariç. Ayrıntıların geçişkenliği dört dörtlük, diğer öykülerde de örneklerini görebiliyoruz, İstanbul’da kafayı kıran bir Fransızca öğretmeninin sebep olduğu matrak kaostan sonra -darbe döneminin güvenlik paranoyalarını bu kadar komik anlatan başka bir metin var mıdır bilmem, vardır- öğretmenin hemen şutlanması ve “Aziz”de tekrar ortaya çıkması misal.
Enine boyuna baktığımızda iyi öyküler, denk gelen okumalı.
Cevap yaz