Miri Yu – Tokyo Ueno İstasyonu

Nakamo Eskici Dükkânı mesela. Mekân. Japonya’da bir hayalet dolanıyor, Tokyo’da, bir zamanlar köyünden çıkıp gelmiş, inşaatlarda çalışmaya başlamış. Yıllar sonra döndüğü zaman saat alacak ailesi, altmış yaşında artık, bir daha gitmeyecek, otuz yılda ailesinin yanında kaldığı sadece bir yıl. Fazla mesai yapıyor her gün, evine dönen işçileri izliyor. İnşaatlar, Tokyo Olimpiyatları, açılış konuşmasında vatana millete hayırlı bir iş olacağını söyleyen kodamanı izleyen işçiler. Statların, sahaların, binaların yapımı sırasında zamanın hızla geçtiğinin farkına varmamış Kazu, hiç bahsetmemesi bundan, sadece yaptığı iş var. Anlattığı hikâyeler travmalarıyla ilgili, geçim derdiyle, evsiz kaldığı ve ailesinin ölümlerle sarsıldığı iki anlatı çizgisi sıklıkla birleşiyor çünkü dağınık bilinç, ölüm. Kutu adamlar yaşıyor Ueno Parkı’nda, sürek avları -evsizlerin sistematik olarak parktan çıkarılmaları- başlayınca kutularıyla birlikte yaşamlarını da taşıyorlar, Kobo Abe’nin adamı oralarda bir yerde. Derme çatma kulübeler yıkılabilir, genişçe kutular iyidir, evsiz bölgelerinin kendine has kutu biçimi yoktur zira kutu kutudur, belli sayıda kutu veya alüminyum zımbırtı, diyelim bin tanesi iyi para eder, toplayıp satarlar, yoksulluk katmanları yaşlardan çıkarılır genellikle, örneğin Japonya’nın kuzeydoğusundan gelenler ayrı topluluktur, gayrimenkul balonu patlayınca evsiz kalanlar ayrı, geçişkenlik vardır da az. Yeni yeni videoları çıktı da eski olgudur, kentli insanın ortadan iz bırakmadan kaybolması buralarda kimsenin bilmediği bir yaşam sürdürmesi demektir çoğun, tefeciden borç alıp ödeyemeyenler, duydukları utançtan ötürü her şeyi geride bırakanlar, diyelim yaştan ötürü iş bulamayan takım elbiseli, temiz insanlar bu insanlardır, giyime kuşama dikkat ederler, sözsüz anlaşmalar uyarınca lokantalardan veya hayır kurumlarından aldıkları yemekleri yerler, müzelere veya sinemalara kaç paraya girilebileceğini, soğuk havalarda nereye gidebileceklerini ve nerede uyuyabileceklerini birbirlerinden öğrenirler, bunca uğraştan sonra yalnızlıktan ölmezler de pes ettiklerinde ölürler ancak. Kazu bir sesi duyduğunu söyleyerek başlar anlatmaya, ne zamanı ne kendini bilir, birtakım görüntüler ve sesler ortaya çıkar da o zaman, ne yapar, hatırlar da denemez çünkü başka bir varlık biçimindedir artık, bilinci yerindedir ama verilerin formatı bozulmuştur, yine yaşadığını da söyleyemeyiz ama bir nevi yaşamdır onun anlattığı, Kazu’nun, kendinin yaşamıdır, kocaman bir yorgunluktan başka bir şey hissettirmeyen yaşamı. Parçalı, ham. “Hayatın, ilk sayfayı çevirdikten sonra sıradaki sayfanın geldiği, sayfaları çevire çevire nihayet son sayfaya varılan bir kitap gibi olduğunu düşünürdüm ama hayat kitaplardaki hikâyelerden tamamen farklı çıkmıştı. Harfler dizi, sayfa sayıları konmuş ama bir hikâye örgüsü yok. Sonu var ama bitmiyor.” (s. 5) Küçük su birikintilerinden farklı görüntüler yansıyor, aralık kapılardan farklı sesler geliyor, hoparlörlerden gelen ses iki numaralı platforma varacak tren hakkında bilgi veriyor, yolcular güvenlikleri için sarı çizginin ötesine geçmemeliler, Kazu’nun bütün bunları sırf karmaşadan doğurmadığını ancak hikâyenin finalinde görüyoruz, sıradan bir bilincin anlatımının ötesinde eylem de var, Kazu’nun eylemi, anlatıyı doğuran o. Tren sesi var, içinden tren geçen çoğu metinde yoktur ve metin eksiktir bu yüzden, her trenin kendine has sesini vermeli. “Takır, takır, takır, takır, takır, takır, takır, takır, ta-kır, ta-kır, ta-kır, ta-kır, ta—kır, ta—kır, ta—kır…” (s. 7) Yavaşlamayı gösterir, frene dair hiçbir emare yok, belki fark edilmedi bile Kazu’nun eylemi.

1933’te doğuyor Kazu, ikişer yıl arayla doğan kardeşleriyle birlikte dokuz kişiler evde, ülkeyi derinden sarsan büyük deprem ve savaşın sonlarındaki büyük facia korku saçan gölgeler olarak duruyor arkada ama gündelik çaba üzerindeki etkisi yansımaz, kurcalanmaz. Saf bir açlık korkusundan bahsedebiliriz, ülkenin kalkınma hareketleri başlayana dek istiridye ve midye toplayarak geçimlerini sağlayan köylülerin kentlere göçü yok daha. Çocukluğundan itibaren çalışıyor Kazu, önce babasının yanında, sonra kendi bulduğu işlerde, nihayet trene atlayıp geldiği Tokyo’da. Araya sıkıştırayım mı metinde olduğu gibi: Kazu sağdan soldan sayısız diyaloğu dinler, kimileri kocalarını çekiştirirler, kimileri havanın fenalığından bahsederler, insanların küçük ama büyük dertlerini dinlemekten başka sosyalleşme yolu yoktur çünkü kimse yaklaşmaz evsizlere, görmezden gelirler. Kızıyla oğlunu bir kez bile hayvanat bahçesine getirmemiştir Kazu, 1963’te Tokyo’ya geldikten sonra doğru düzgün görmemiştir bile, sadece okuduklarını bilir, Yoko’nun evliliğinde ve Koiçi’nin ölümünde çok uzaklardadır. Kırık manzaralardan birinde zenginlerin bindiği helikopter havada, Kazu parası olmadığı için başka bir şey deniyor. “Yerine o zamanlar 15 yen olan Matsunaga’nın dondurmalı tatlılarından alınca Yoko’nun keyfi hemen yerine gelse de Koiçi bana sırtını dönmüş, hıçkıra hıçkıra ağlayarak zengin evlerin erkek çocuklarını alıp havalanan helikopterin arkasından yumruklarıyla gözyaşlarını siliyordu.” (s. 13) Acıdır, on yıl sonra Koiçi’nin tabuttaki yüzüne bakınca hatırlar o günü Kazu, yapamadıklarının verdiği bir tür mutsuzluk elbet vardı ama ötenin huzuruna bir kez kapılınca unutur mu insan bu dünyanın kederini, belki, anlatıya yansımamıştır o kadar. Diyaloglarla birlikte su akar, Kazu gelecekten ürkerek, yalnızca geçmişe bakarak yaşamıştır da geçmişin neyine bakmıştır tam: “Savaşta yenilmenin üzüntüsü ve rezaletini düşünmeye vakit yoktu, daha ziyade yemeyi ve yedirmeyi düşünmek zorundaydık. Tek çocuğun karnını doyurmak bile zorken yedi tane de kardeşim vardı.” (s. 16) Yukarıda bir şeyler yıkılmış, paylaşım savaşı toplumları devirmiştir ama alt katmanda, dipte zaten devriktir hayat, toparlaması zordur, diyaloglarla birlikte akış sürer, Perfect Days‘teki manzaralara benzerdir Kazu’nun araya sokuşturdukları: “Bir rüzgâr esip, göletin üzerinde küçük dalgalar oluşturdu. Söğüt dalları hışırdadı. Göletin etrafındaki yürüyüş yollarında rengârenk şemsiyeler çiçek gibi açtı.” (s. 98) Zen, donuk da olmayan ama süreğenliği göreli an, hüznü hapsetmek için numara olsa olur.

Koiçi kaçışın tek sebebi değildir ama en büyük kırılma onun ölümüdür, görünürde nedensiz ölümü, otopside “doğal sebepler” yazılmıştır. Cenaze merasimi, ölümden bedenin yok oluşuna kadarki süreç metindeki en yekpare hikâyedir, inançtan ötürü sanıyorum. Gelenekten de bahsetmeli, ölü merasimi köylerdeki ritüelleri belgeselleştirmiştir adeta, aile geçmişinin ruhu koruması için uzun uzun anlatılmasının yanında Budizm pratikleri de uzun uzun anlatılır. Denebilir ki hikâye anlatımı ölümle birlikte aileyi, toplumu bir arada tutan niteliğine bürünür, ruhun hatırladığı en berrak ânı teşkil eder. Ne üzücü, Kazu’nun doğduğu yıl Japon İmparatoru, Koiçi’nin doğduğu yıl İmparator’un oğlu doğmuştur, ömürleri birbirine benzesin diye prensin adının bir parçasını Koiçi’nin adına da koyarlar ama sonları hiç de benzeşmez, yıllar sonra İmparator’un önünden arabayla geçtiği sırada Kazu en azından bir şey söylemek ister, camın arkasında el sallayan çifte bakar sadece, dili çözülmez, gözyaşlarına boğulur sadece. Ağladığı tek an. Eşini bir sabah ölü bulması yanında, torununa yük olmamak için gençliğindeki gibi trene atlayıp bu kez evsiz hayatı yaşamak için Ueno’ya gelmesi yine, hızlı bir seyir olmasına rağmen duyguların ağırlaştığı yerde yavaşlar, hikâyeleri oluşturur. Kendi zamansallığına bağlı değildir ruh, tsunamiye kapılıp arabasıyla birlikte okyanusa sürüklenen veteriner kızı görüp yine üzülür, Kazu’nun torunudur o, sanki aile lanetlidir de Kazu bütün yakınlarının ölümlerini izlemek zorunda bırakılmıştır.

Arkada korkulu bir rüya dönüyor, ABD’den devşirme Japon Rüyası, Kazu bulamadığı çıkış yolunu, çıkamamayı anlatıyor. Dört dörtlük roman.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!