Marsilya’nın göçmen mahallelerinden birine Fas’tan bir aile göçer, 1970’lerin başı. Hikâye böyle başlamıyor, başlayacaksa da Hasma’nın ikinci kattaki Kabiliyeliyle alakası anlaşılıp çıngar çıkınca işler değişiyor. Hasma’nın eşi havalı çekiçle yeraltında toprak kazarken ölmüş, ayaklarından çekerek çıkarmışlar, Marsilya’nın ilk metrosunu bir kısmını bu ölüye borçlu Marsilyalılar. Anlatıcı ve ailesi Marsilyalı değil, Fransız değil ya da tam tersi, ailenin en büyük oğlu Muhammed olan adını değiştirerek tam bir Fransız gibi yaşamaya başlayınca kimlik karmaşası görünür hale gelmiş de çocuklar küçük, yedi, sekiz ve on yaşlarında üç kız, anlatıcının hangisi olduğunu bilmememiz bir şey değiştirmez zira üçü de “am”, “sik”, “orospu” veya “yarak” demeye aynı zamanda başlamışlar, İnna’nın milleti çata çuta indirmesini aynı anda görmüşler, babaları İhtiyar’dan tiksinmeye aynı anda başlamışlar. İnna’yı bu üçlüye katamayız, onun Fas anıları canlıdır, geldiği yeri bilir, başka bir hayattır onunki. On üç yaşında evden kaçıp İhtiyar’la evlenmiştir, on dört dayakla geçmiş, on beşte Muhammed doğduktan sonra yallah kuzeye. Yıllarca dayak, İhtiyar’ın tuhaf huyları, nihayet İnna irileşip adamı dövmeye başlayınca geç gelen huzur. Adamı kaçırtıyor en sonunda İnna, bir gün eve döndüğünde evi tamtakır buluyor, peşine düşmüyor adamın. Özgürlük. Fas’a gidip annesini görebilir artık, on yıldır görmediği memleketini çok özlemiş, anılarını anlatıyor, Bedevîleri, çölü, çöle benzeyen insanları. Gidemiyor, artık yeterince Fransız. Kızlar dillerini öğrenmeye gittiklerinde Arap hocadan şamar yiyorlar, İnna mekânı basıp tokatlıyor hocayı, Fransızcadan başka öğrenecek bir şey yok, o da Arapçayla karışık. Sif epizodik anlatıyor bunları, ne kadar da epizodik artık metinler, otuz elli yüz kaç yıldır paramparça anlatılar ve iyi, göçmenliği büyük romanlara sığdırmak mümkün ama yüz parçalık anlatılar sıkı oturuyor hikâyeye. Mesela nereden göçtükleri, nereye göçtükleri, kızların okuldaki zorbalıkları, açlık, Madam Alice’in ezberden Kuran okurken kahkahadan kırılanlar, elbette polisler, yıkım. Parçaların içeriğini sıralamak yeterli, sırasız: kızların ellerindeki yiyecekleri düşürürler, bir omuz darbesiyle çikolatalı ekmek yerde, alıp yerler çünkü açtırlar, silgileri yerler, kalemleri diğer kızların kalem kutularından aşırırlar. Dersleri iyidir çünkü dersleri iyi tutmaktan başka yapacak hiçbir şey yoktur hayatlarında, İhtiyar’ın kaçmasından sonrasının rahatlığı komşuların tantanasından sık sık bozulsa da boş vakitleri vardır aslında, hafta sonu Muhammed’in kırsaldaki çiftliğine ziyarete gitmeleri dışında pek bir şey yapmıyorlar. Madam Alice’in sattığı yemek kuponları olmasa devlet yardımıyla zor geçinecekler, kuskus o kadar da karın doyurmuyor. Ortam: “Akdeniz’in kıyılarından kopup gelen göçmenlerin sürekli göç dalgasına boğulmuş olan Marsilya şehrinin bu eski mahalleleri, çatlak cepheli köhne binalarla; pis dar sokakların her köşesi dolambaçlarına kadar Tunuslu, Faslı ve Cezayirli göçmenlerle doluydu. Işıklı dükkân tabelalarıyla bezenmiş biçimsiz ve tuhaf bir âlem: Sus Gülü, Buleyde Fırını, Erkek Berberi Ali Delon’un Yeri, Papazian Hamamı ve Cerber Sefaları, Kumul Bahtiyarlığı hatta Raymond Toutissus gibi daha başka tabelalar. Bir de bunların arasında yer yer kaka ve çiş izleriyle dolu dörtköşe bir çimenliğin üstünde bir zafer takı… bura sakinlerinin gururu.” (s. 20) Hamam ne manzaralıdır ama, İnna başta kimseye bulaşmak istemez ama fahişesi de eksik olmaz oranın, kavga çıkarırlar veya kızlara musallat olurlar, İnna aralarına fırtına gibi daldı mı hamamın Ermeni sahibi hemen atılır, huzursuzluk çıkaranları atar, atılmamak için kalabalık değilken giderler hamama bizimkiler. Yıkanmaları gerekir, çok pis değildirler, yine de İnna üstlerine başlarına dikkat eder. Yeni değil kıyafetleri, kirli de değil, aksine. Kendi niye makyajsız, neden etekleri ayak bileklerine dek geliyor, o güzel saçlarını neden kafasına yapıştırıyor, kızlar merak ediyorlar. Abdestinden, namazından şaşmaz İnna, yine de öyle bağnazlığı yoktur, ketlemez kızlarını. İhtiyar ketliyordu, ketlediği yetmediği gibi dövüyordu ama İnna’nın canına tak etti bir gün, yaka paça kovdu adamı. İhtiyar’ın ninesi yüz yaşına kadar yaşamıştı, annesi de öyle, uzun yaşayan bir aile, korkutucu. Neyse ki 1994’te, seksen yaşında ölüyor İhtiyar, kızlar otuzlu yaşlarında artık, biri tiyatroya kostüm dikiyor, diğeri barlarda şiir yazıyor, muhtemelen anlatıcının ta kendisi, diğeri her yıl hayatına yeni baştan başlamaya çalışıyor ama başarılı olduğu söylenemez. Hasan tabii, abileri Hasan, Murabıt Dervişi Kamara Sise Gay olmasa cinlerinin etkisiyle önüne geleni biçecek Hasan tam baş belası, büyüyle sakinleşebiliyor anca, İhtiyar’ın delirttiği tek çocuğu. Sokaklarda gezinirken çavuşu çıkarıp sallayabilir, kaldırıma çöküp oracığa pisleyebilir, bıçağı takabilir, yaşamı küçük sürprizlerle donatmakta üstüne yok. Komşuları, İnna’nın arkadaşları kendi dertlerine gömülmüşler, Zübeyde’nin kocasından çektiği: “Sanki bir cani. Bir akşam, çok sarhoşken Zübeyde’yi öldürmeye çalışmış, ama başaramamıştı. Bundan sonra Zübeyde koca memelerini mahallenin bütün erkeklerine sunar oldu. Kocası bir bıçakla Zübeyde’nin göğsüne, boğazına kadar uzanan derin çizikler attıktan sonra Zübeyde beş çocuğuyla ilelebet yalnız kaldı. Kocası gene her pazar çocuklarını görmeye geliyordu. Kendisine soluk aldırmayan egzama yüzünden cezaevinden salıverilmişti. Zübeyde’nin penceresinin altına geliyor, fakat Zübeyde onu içeri almıyordu. Adam orada durup bira içiyor, yüzünü ve kollarını kanatırcasına kaşıyordu. Günün sonunda kanlı bir nesne haline geliyordu; sanki kaldırıma fırlatılmış bir balgam kütlesi. Kaşınacak gücü bile yoktu. Egzama güneşin altında parlıyor, kimse ona aldırış etmiyordu. Zübeyde’nin sağa sola gitmesini engellemiyordu.” (s. 29) Babalarına acıyan kızları evden çoktan ayrılmış Zübeyde’yi âşığının evinde bastıkları zaman yine rezalet, mahalle bir türlü sakinleşmiyor, bu yüzden yıkmaya çalışıyorlar sanki. Etraftaki bütün binalar yerle bir edildikten sonra bile o bina uzun süre yıkılmadan kalıyor öyle, Madam Alice’in liderliğinde gidip yetkililerle görüşmeye başladıktan kısa süre sonra fırtına kopuyor, Madam Alice küfür kâfir gitmeye başlayınca herkes gaza geliyor, yaka paça atılıyorlar binadan. Marsilya’nın göçmenleri sosyal konutlarla tanışalı çok olmamış, sosyal konutların yoksulluğu nasıl pekiştirdiğine dair belgesellerden birini izleyen varsa o insanların neye karşı çıktıklarını da bilirler, bizimkiler yeni binayı yaptırmamak için çok uğraşıyorlar ama çare yok, çıkacaklar oradan. Kaloriferli mi bari yeni binalar, kışın çöpten buldukları sobayı kurup yakarak ısınıyorlar çünkü, bahar geldi mi buldukları yere bırakıyorlar zira başkaları da ısınmak isteyebilir, Allah herkese vermiş o sobayı. Çöp kutuları sayesinde eşya sahibi oluyorlar, çizgi romanlar oradan, kültür demektir, kıyafetler çıplak kalmamalarını sağlıyor, çöpe çok şey borçlular. Amerikan İşgali‘nde de değiniyordu Quignard, yoksul Fransızlar semtlerine yerleşen Amerikalıların çöplerini kurcalayarak ilk kez kot pantolon giyiyorlardı, bilmem ne. Kısacası Kuzey Afrikalı insanlar bu romanda, sıkıştıkları muhitten patlamayla kurtulmaya çalışıyor bazıları, kurtulmamaya çalışıyor bazıları, o sefilliğin içinde mutlular çünkü hiçbir ışık yok, hiçbir şey sunulmuyor bu insanlara, gelecek yok, günü kurtarmaya çalışmaktan geleceği unutuyorlar. Batılının gözü neleri görüyor, göçmenler nasıl hayatta kalıyorlar, çokça hüzünlü ve azıcık matrak. “Okuldan Fas hakkında bir kitap getirmiştik. Mısır tarlaları, kırmızı dağlar ve Berberî düğünleri resimleriyle dolu harika bir kitaptı. Kitabı İnna’ya okurken resimleri, yerlerin adlarına göre, efsanelere dayanarak yorumluyorduk. Biz hiçbir şey bilmiyorduk. O zaman başını sallıyor, ‘Hayır’ diyerek doğrusunu söylüyordu. Bu kitap aldatmacadan başka bir şey değildi. Bugün bunu itiraf edebiliriz. Kitap entelektüel seyyahlar için hazırlanmıştı.” (s. 93)
Cevap yaz