Metinlerin -“öykülerin” demeye dilim varmıyor, belki “anlatıların”- birkaç ortak noktası var, alt ögelerle birlikte hepsini kapsayan yapıya bağlı: çizgiler, geometrik biçim olarak doğru, imlenen zaman ve her şeyin her an var olduğu kainat. Dağınık, her anlatıda en az birer parça mevcut, birleştirilebilir. “Güzel Yazı Dersi” adlı ilk öyküde en temel çizgilere, baş harfe odaklanırız önce, yenidoğanın ilk çığlığıdır, hiçbir şey yokken o vardır ortada ama anlatıcının doğruyu eğip çember haline getirme çabasını göz önüne alırsak ilk harfle birlikte hikâyelerin doğduğunu, çağları aşıp Rusya’nın yoksul insanlarının diline dönüştüğünü de görürüz, bir zamanlar yaşamlarını harflere kazıyıp ölen insanların hâlâ yaşadıklarını da görürüz, Şuşkin hiçbir ayrışmaya izin vermeden anlattığı her şeyi bir arada tutmaya çalışır. Kelimelere dönüştürdüğü hayatı çizgisellikten uzaklaştırır, bitimliliği ortadan kaldırır, başlangıçları metnin orta yerine fırlatır sanki. “Yazan kişi iki dünya arasındaki bağdır: her şeyin akışkan, anlık, ölümlü olduğu ve iz bırakmadan kaybolduğu; bir saniyenin de, binlerce neslin de bir olduğu hayatın gerçek dünyası ile bir o balığa, bir parmağa, bir de ölmüş olmasına rağmen ayaklarına iki Meryem’in birden sarıldığı canlıya, ölümsüzlük iksiri saçan kelimelerin inancını kazanmış dünya arasındaki bağ.” (s. 122) Kutsal metinlerin sağladığı ölümsüzlük: yaraya sokulan parmağın gerçek kıldığı hikâye. Şuşkin ilahî dayanağı kelimelerin gücünde bulur, yaşamı sabitlemek için anlatmanın yanında neyi nasıl anlattığını da sezdirir. Gospodinov’la yan yana getirince biraz fazla “büyük” bir anlatım, Gospodinov muhafaza etmek istediklerini parçalara ayırarak hikâyeleştirir, sonra bütünler. Zamana da aynı muamele, on yıllık dönemleri boydan boya ele aldığı gibi hikâyelere tıktığı aralığı da inceler, bağı çok sıkı tutmadan modüler anlatıyı kurar. Odur budur, iki türlü de baş üstüne, Şuşkin’in ustalığı başka bir merhale. Gospodinov’u seven Şuşkin’i de sevecektir, biraz farklı biçimde. İşte, harften hikâyelere atlayarak mesafeyi bir anda aşar anlatıcı, derse katılan karakterlere hikâyelerini “gösterir”. Suda boğmaya karar vermiştir kendini, gelişigüzel bir not yazar ve aynanın kenarına iliştirir, sonra hamama gider ve köprüye çıktığında atlaması için herkesin uğraşmasına rağmen vazgeçip eve döner, bir somun ekmek yer. İlerleyen bölümlerde çizgiler, harfler ve Rusya’nın acı çeken insanı sırayla öne çıkar, aslında hepsinin bir olduğunu düşünürsek sıradan bahsetmek ne kadar doğru bilemedim. “Ömrünüzde olup biten her şey bir de bakmışsınız kalemin ucuna gelivermiş. Bana karakterini anlatacağınız herhangi birini, yanılma payı olmaksızın yazısından tanıyacağımı size garanti ederim.” (s. 11) Derse katılanların harflerinden, anlatıcının kaleminin ucundan doğumlar, sadece insanı anlatmak için bu metinde, noktayla sonlanacak gibi değil.
“Mürekkep Lekesi” anlatıcının aldığı bir iş üzerinden bürokrat/oligark eleştirisi. Kurmacanın kendi gerçekliğini de aşan bir ibareyle, anlatıcının tek kelimeyi bile uydurmadığını söylemesiyle başlıyor. Havaalanı, elde “KOVALYOV” yazan bir tabela, evde bir yaşına henüz basmayan bir oğlan ve eş, küçük de bir sevinç: “Müşteri Montreux Palace’ta yazarın yaşadığı o meşhur odayı ayırtmıştı, böylelikle ona eşlik edecek çevirmenin de bu kutsal yeri ziyareti mümkün olacaktı.” (s. 35) Anlatıcı Nabokov’un bıraktığı lekeyi göreceği için heyecanlı, iş bulabildiği için mutludur ama bu duyguları karmakarışık hale getirecek müşteriyi görünce çizgiyi biraz daha geriden çeker: Kovalyov’u görünce arkasını dönüp gitmeyi düşünür ama hem saatlik ücreti hem de geçmişi anlatma isteği ağır basar. Yaraya sokulan parmağın hikâyeyi nasıl gerçek kıldığını anlatan öyküden sonra elindeki pengueni anlatıcıya uzatan kızla da karşılaşırız, iki ayrıntı aynı gerçekliği sunar. Kovalyov’la okuldan arkadaştır anlatıcı, yıllar öncesinde yokluğu birlikte deneyimlemişlerdir, tam bir “Yeni Rus” olarak karşısına çıkan adamı hemen tanımıştır anlatıcı da Kovalyov anlatıcıyı tanımamıştır, iyi. Müşterinin zenginliği, anlatıcının fakirliği, Nabokov’u gizli gizli okumalar, Amerika’nın Belgrad’ı bombalaması ve birkaç küçük hikâye daha, mesela Soljenitsin’le Nabokov’un gerçekleşmeyen buluşmaları. Soljenitsin teyit beklemiş, gelmeyince eşiyle birlikte yoluna devam etmiş, sözleşilen yerde ve saatte bekleyen Nabokov çiftinin hayal kırıklığıymış gerisi. Anlatıcı için Kovalyov hayal kırıklığı mı, açıkçası bir kırıklık var ama öyle olan şeylerin öylelikten çıkmayacağını kabulleniş de var, bu durumda önemli olan mürekkep lekesi. Anlatıcı gördü nihayet, zamanın birinde Kovalyov’la konuştukları lekeyi Kovalyov umursamamış olsa da buluşma gerçekleşmiş. Geçmişle şimdiyi buluşturan bir başka öykü “Tencere ve Yıldız Yağmuru”, rastlantılar sonucu edindiği birkaç bilgiyle amcasının akıbetinin peşine düşen anlatıcı, aile tarihinin trajik gelişimini ortaya çıkarırken yirmili yaşlarındaki oğluyla ilişkisini, bitmiş evliliğini ve yıllar önce ölmesine rağmen selam vererek yaklaşan babasını da katar hikâyeye. Aslında biri diğerini beslemiştir, babanın ortaya çıkışıyla amcanın ölümüyle sonuçlanan serüvenin ortak noktası İkinci Dünya Savaşı’dır, parçalar bir araya geldikçe SSCB’nin vatandaşlarından sakladıkları, savaşın aileleri nasıl paramparça ettiği ortaya çıkar. Devleti kadar sağlıklıdır insanlar, patolojik vakalar yaygınlaştıkça yönetimin yozlaştığını düşünebiliriz, tersi de geçerli. “Arkadan Düğmeli Palto”yu öncekilerle aynı kalibrede bir öykü olduğu için değil, aynı zamanda kitaptaki en hüzünlü öykü olduğu için de anlatmak isterim, rejimin bir iki kıpırdanışıyla anlatıcının öğretmen annesinin hayatı -diğer pek çokları gibi- kaydığı için. Ailenin hayatı da. Robert Walser’in bu denklemde yeri kendi ölümünü elli yıl önceden bildiğini gösteren öyküsünden: Sırtüstü yere düşen adam kendi lüzumsuzluğundan yorulmuştur, kimsenin önemsememesiyle gücü azalmıştır zaten, bırakır. Walser’i çocuklar bulmuştur, yerde yatan bir adam. Polislerin çektiği fotoğrafa ulaşılabilir, son yirmi üç yılını geçirdiği akıl hastanesinin bahçesinde günlük gezintisinin sonu. Anlatıcı bir zamanlar çocuktur, çaresiz bir çocuk, kendi lüzumsuzluğunu ve haksızlıklara karşı güçsüzlüğünü hatırlamaktan rahatsız. Annesinin kısa sürede istenmeyen kadın ilan edilmesinden sonra mutluluğu bulması bir teselli gibi geliyor, Vitya Amca yeni baba olur veya olmaz, varlığı yetmiştir. Aşk gerçek bir şeydir, o ülkedeki en sahici şeydir belki, bu yüzden kutsanır adeta. Öykü diğer öykülerde olduğu gibi her şeyin tek bir noktaya sığdırılabilmesi ve şizofrenik bir dünyada hayatta kalmanın ödünsüz mümkün olmamasıyla ilgilidir. “Bize kimyayı ya da yabancı dilleri kötü öğretmiş olabilirler ama hayatta kalma sanatında muhteşem dersler aldık. Söylediğini, düşündüğünü ve yaptığını birbirinden ayırmayı öğrendik.” (s. 68)
Aşk ve devrimle ilgili yarı tarihî bir öyküyle bitireyim, “San Marco’nun Çan Kulesi”. Fritz Brupbacher ve Lidiya Koçetkova’dan geriye kalan altı bin mektup ve kartpostal, anlatıcı bir metin için araştırma yaparken bu anlatıya evrilmiş. “On yedi yıllık kırılma çağının yazışmalara nakşedilmiş hali.” (s. 83) Brupbacher tıp eğitimi aldığı sırada tanıştığı kızın Rus Devrimi’nin ta kendisi olduğunu söyler, Koçetkova amacının doktorluktan bir yol devşirmek değil, devrimdir. Halkın mutluluğu için her şeyi feda edebileceğini dile getiren Koçetkova gerçekten de yaşamını askıya almış, ülkesinin en sapa yerlerinde doktorluk yaparken Brupbacher’le ilişkisini sürdürmeye çalışmıştır ama karşılaştığı cehaletten ve yokluktan yılmıştır, devrimden önce halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması gerektiğini düşünmüştür ki aslında hiç de lüks olmayan düşünme yetisi bu ihtiyaçlardan biridir. Brupbacher yıllar sonra birlikteliği bitirene kadar çok acı çekerler, nihayetinde arkadaş olarak kalmayı ve aynı hedefe ulaşmak için savaşmayı başarırlar, yine de pişmanlıklar ikisini de ömürleri boyunca takip eder: aşkın bedenlere yansımaması, öncelikleri iyi belirleyememek, yılları bir anlamda boşa geçirmek.
Şuşkin çok iyi, okunası.
Cevap yaz