Bir Cesedin Otobiyografisi‘nde rastladım: “Ya…” Dedim hah, ikna eşiği çok düşük insanlar için canavardır. Krjijanovski şöyle anlatmış bu katakulliyi: “‘Ya’ hiçbir şeye inanmaz, cesetlere bile. Adamlar elinde kürekle beklerken bu, tabutun kapağının yerleştirildiğini görür görmez, tabutla kapak arasına bir parmağını sokuverir. Parmağı kıstırılana kadar da orada bekler. Her zaman, her yerde karşına çıkar.” (s. 34) Ya öyle olursa, ya şöyle olmazsa, gider böyle. Yiyip bitirir. Paranoyalarımı dibe mi ittim, hemen yüzeye çıkarır, kaygılarımı fişekler, ihtimalleri muhtemelleri sıralar. İşkence. Keyif. Kurguda benzer bir dallanmayı arayışım bundan sanıyorum, yani bilincin tepesinde her şeyi gören bir göz var, yapıyı çözmeden önce çatallanan yolları görüyor da örüntüyü, örüntünün ardındaki zekâyı kavramaya çalışıyor, kolaylıkla veya zorlukla kavrıyor. Zahmetten memnun, dağılışın kontrolden çıktığını, kontrolden çıkmanın kontrollü olup olmadığını anlamaya çalışıyor, anlıyor veya anlamıyor, sonuçta oyunun bir parçası olmaktan memnun. Denge işi diyemem, kasten devirmeyi de yargılamam, metin gelmez böyle bir şeye. Burada da ihtimaller, öykünün öyleliği veya böyleliği. Şunu bilirim, aşırılığa ayak uyduramıyorum çünkü yerim yok o zaman, dank diye tekmeyi basıyor metin, topuyla sade kendi oynuyor. Tamam, olur, müthiş bir kurmaca zekâsı kaldırır bunu, kibri de kaldırır -gerçi kibir olmuyor o durumda kalkan şey, özgüvene yaklaşan bir tavır belki- ama o panayır diyeyim, hani “Ya…” canavarının merkezinde olduğu, öngörülemeyen noktalara ilerleyen curcuna izlemeye de müsaade etmiyorsa, tın tenekeyse, teneke tınlamasıyla kafa şişirmekten başka bir şey yapmıyorsa bir kendisine baksın dursun. Tuhaf kurguya meyleden metinler çoğaldı malum, mevsimidir, çoğu tınlıyor. İki şey mutlaka olmalı, daha da önemlisi göze sokulmalı: toplumsal sorunlarımız ve uçuk iş. Baba var diyelim, geceleri bir oksijen tüketiyor, evdeki havayı sömürüyor resmen. Bitkiymiş bu adam bazı, gündüzleri kızına ve eşine şiddet uyguladığı oluyor çünkü oksijeni bitirmesi yetmez, hödüklüğünü de görmeliyiz, aptal olduğumuz için dalgayı anlamayız diye. Kız kitap okumayı çok seviyor, ejderhalarla ilgili bir şey okuduktan sonra uyumaya gidiyor, rüyasında ejderha oluyor. Uyanıp bir bakıyor, şu noktada sıkıldığım için devam etmeyip Özbey’in öykülerine geçmek istiyorum. Bir kere dengeli çoğu, ne kadar genişlerse genişlesin sınırları sağlam tutulmuş, içeride tokuşmayan şey kalmıyor. Keret’teki rahatlık var bu yoğunluğa rağmen, karakterler girip çıkarlar, bir şeyler olup biter, tıkanmanın esamesi yoktur. Olay ağırlıklı, takılmadan süren akış. Diyaloglar olması gerektiği gibi, yani kahveci kahveci gibi konuşuyor, bir insan nasıl konuşursa öyle konuşuyor, niyetler değişikse başka bir şeymiş gibi de konuşabilir ama çatlak yok, öyküden fırlamıyor konuşulan.
“Boş Masa”da bakalım şunların dengine: anlatıcı ne kadardır orada, bilmiyor, elindeki sigarayı yeni yaktığına göre yeni geldi sayılır, hanımına göre bir ömürdür. Yunus’un Kahvesi ondan sorulurmuş, bazı müdavimler duvarın karşısındaki mezarlığa göç etmiş, bazısı elinde büyümüş. İlk paragrafta çerçeve çizildi, Halil’i Garip’i çıktı ortaya, uzam kuruldu. Bu öyküye has, diğer öykülerde başka numaralar var, iyi. Kahvenin öyle uzun uzun, afili kufili tasviri yok, çok çok iyi. Kahvehane işte, kendin oturt, her şeyi de metinden bekleme, sana sunulan alana sarıl, sev onu. Garip’i gözden kaçırma, boş masaya arada bir bıraktığı çaydan hikâye çıkacak. Anlatıcı kalkıyor bir gün sandalyesinden, o masaya oturuyor. Garip geliyor hemen, Ekrem amcanın kucağına oturduğunu söylüyor anlatıcının, delilik. Değil belki, çay o kadar güzel ki ölüyü diriltiyor, Garip öldüğü zaman masadaki boş yerlerden birine geçiyor hemen. Mizahı da ayarında bu öykülerin, ululardan bir ulu uyarınca, ölülerin dirilmesine tövbe haşa çekince girişe “Bismillahirrahmanirrahim” hemen, masada oturanlar gerçekten oradaymış gibi şakalar. İbrahim ölmeyecek gibi görünüyor, hep aynı günü yaşadığı ve hep aynı çayı içtiği için yaşamak bir alışkanlık artık, ölümün sığışıp bir köşesinde barınamadığı. Herkesi gömecek besbelli, o güne kadar masadakilere selam verip karanlığa karışmaca, ertesi gün aynı. Gerçekliğin kerterizini aramamalı, hayaletlerin gerçekliği, İbrahim’in ölümsüzlüğü, ne çıkar. Karakterlerin öndenliği olayların gelişimini kolaylaştırır bir yerde, “Fındık Ezmesi”nin eşzamanlı gelişen ögelerinden farklı bir yapı. En beğendiğim öykü “Fındık Ezmesi” oldu, Mustafa Çevikdoğan’ın ilk kitabındaki ilk öykünün havasını aldım ki ona benzer bir şeyi pek az okumuşumdur bizde, sıkıdır. Şimdi girişe bakalım: “İnsan, dilinden düşürmediği kelimeyi ya kendine benzetiyor ya da o kelime insanı evirip çevirip anlamının içine sıkıştırıyor. Beş sene önce hayatıma, çok seveni varmış gibi görünmesine rağmen kimsenin yüzüne bakmadığı, herkesin bayağı bulduğu bir kelime girdi: İndirim. O gün bugündür dilimde.” (s. 13) Öykü bu iki ihtimalin etrafına döşeniyor ama geçişkenlik de var, yani kelimeye, kavrama benzemek ve kavramın insanı kendine benzetmesi arasında gidip geleceğiz, birinde karakterin kavramsız halini, diğerinde kavramla birlikte neye dönüştüğünü göreceğiz. “Yine o koca marketlerden birindeyim. Elimde bu kez fındık ezmesi var. Bayılırım, ya siz? Siz de bayılırsınız, biliyorum. Alıverin işte. Hem fındıklar Giresun fındığı. Bilirsiniz, en iyi fındık orada yetişir. Bilmez misiniz? Aslına bakarsanız ben de bilmem. Nereden bileceğim. Söyle dediler, söylüyoruz.” (s. 13) Alıverin, o ürünleri bitirtmeye çalışıyorlar zorla. Bilmezsiniz çünkü eğitim kötü, anlatıcı da bilmez. Matrak, öfke anları bile. Eline fındık ezmesi tutuşturulan bir adam az dolanır markette, kavanozu içecek reyonuna bırakıp gider. “Sizi kırmayayım,” deyip almıştı, bilmeden kırdı ve sinirlendirdi, gerçi zorlamayla almıştı ama, işte, insan fındık ezmesi satmak zorundaysa ne olursa olsun satmaya çalışıyor, o arada da fındık ezmesine dönüşmemek için düşünüyor. Ait olmadığı yerde duran bir fındık ezmesi, annesiyle babasının doğar doğmaz terk ettiği anlatıcı, mümkünü yok, benzeşecekler, anlatıcı kabullenecek ve rast geldiği yaşlı çifte fındık ezmesinin onlara ihtiyaç duyduğunu söyleyecek, kavanozu yalnız bırakmasalar olmaz mı? “Bastonuna yaslanan adam bana uzun uzun baktı. ‘Bu mereti satabilmek için bu kadar zıvanadan çıkmanıza gerek yok evladım,’ dedi. Başını bir sağa bir sola sallarken eşinin koluna girdi. Yanımdan ağır aksak yürüyerek geçip gittiler.” (s. 16) Anlatıcı arkalarından bağırıyor: fındıklar Giresun’dan yetiştirme yurdundan değil. Nokta. Burada hayvani bir kopuş var, ben buna Kıtlık‘ta denk gelmeseydim tam olarak anlayamazdım, anlatıcı yine aktarıyor aktaracağını da o kitap kafamı pırıl pırıl yaptı. Olay şu ki koşup didinen, hatta şart da değil, işini normal hızıyla yapan kimselere karşı süper bir sabır geliştirdim, talebimin yerine getirilmesi için tanıdığım zamana bayağı bir ekleme yaptım çünkü korkunç bir sektör bu, öyle bir yükü var ki yemeğin on dakika geç gelmesine diyecek hiçbir şeyim olmamalı diye düşünüyorum, çalışanların psikolojik dayanıklılığı müthiş kırılgan bir halde. “Kıtlık”tan kasıt zaman kıtlığı, haliyle dikkat kıtlığı, sırf bu yüzden itfaiyecilerin istatistiklere göre yangınlardan çok trafik kazalarında öldüğünü okuyunca sarsılmıştım, olay yerine yetişmek için uçarcasına yol alırlarken takmayı unuttukları kemer yüzünden ölüyorlarmış. Market çalışanı anlatıcı, canımsın, sabırlar dilerim.
İyi öyküler, biri ikisi vasatsa da olsun o kadar.
Cevap yaz