Mehmet Başaran – Aç Harmanı

Köylüyü canından bezdirecek kaç çeşit bela var bilmem, kolluğundan milletvekiline, kıtlığından susuzluğa, ağasından babasına türer, bitmek bilmez, illa tebelleştir ekmeğe. Başaran hepsini inceler, doğal felaketlere gücünü yetiremeyen köylülerin ağa takımına diklenmeleri, sonra devletin ağaları korumasıyla hacamat olmaları, ofisin alacağı payı tutturabilmek için aç kalmayı göze almaları öykülere yayılır. Manzaraların dışında bir şey göstermeyen kısa hikâyeler tek bir sorunu ve sorunu çözmek için mücadele eden insanı gösterir, yeterlidir. Açlık mı var, harman kursağa girmeyecek mi, yine de aç harmanı kaldırılır da tozuyla yaşanır ancak. Erken olgunlaşan tek tük baş korkuyla yabalanır, hemen iyi edilir çünkü görevliler kol gezer tarlalarda, yakaladılar mı cezayı basarlar. “Aç Harmanı” budur: anlatıcı uzun zamandan sonra köyüne döner, yolda kıtlığın izlerini görünce anasıyla babasının ne yaptığını merak eder. Son konuşmalarında okuyup kendini kurtarmasını söylemiştir babası, yaşamak yarı aç sürünmek değildir, çıkış yolunu bulması lazımdır oğlanın. Bulmuş gibi görünüyor, ne ki köye dönerken karnı acıkıyor, yolda karşılaştığı hısımından öğreniyor ki o sene pek yaman geçmiştir, anasıyla babası eşinmektedir. Aç harmanı, belli, düzgün yıllarda bile kışın ortasında çuvalları silken, ambarı süpüren köylü iyice dardadır, kapı kapı ödünç arar, sonra orakları çıkarır çaresiz. Anlatıcı nihayet uzaktan görür babasını, hızlı hızlı çalışan adamın yanında eşi, harmanı çıkarmışlar da savuruyorlar. “Bereketli olsun!” Baba korkuyla döner, yaklaşan adamı gözü seçemez, telaşlanır, korkudan titremeye başlar. Oğlanmış meğer, hemen rahatlama ve işe dönüş. Memed’den de korkmaya başlamışlardır artık, köylüler evlatlarından her türlü korkarlar. Öyküsü var, Topak Hasan’ın yaşlılıktan ölümüyle birlikte kaynamaya başlayan büyük oğlanın haltları. Hasan’ın benzi geçik, uykuyla uyanıklık arasında yaşıyor, ölüyor, döşeğinde elli yılı tamam edip son nefesini veriyor. Ekin yandı, dondu, para bitti, geldi derdi yok artık, huzur. Oğlan geliyor, bir iki seslendikten sonra babasının öldüğünü anlayınca eli kara muskaya gidiyor. Birkaç yüzlük, beş sarı altın, hemen cebe de gerisi nerede, adamın biriktirdiği bir dünya para o kadardan ibaret olmasa gerek. Hacca gitmek için dereboyunu binlerle satmıştı, annesine mi verdi saklasın diye? Kadın çapayı omzundan bırakıp dinlenmeye çekilince Hasan’ın durumunu hatırlayıp ürküyor o sıra, erkeksiz kadını fena yaparlar, hele oğlan bir çöktü mü, derken oğlan gerçekten çöker, iki eliyle kadının gırtlağını sıkar, paraları ister. Kefenliğe gitmişti o para, geriye hiçbir şey kalmamıştır, gözyaşları içinde anlatan kadını ölüm tehdidi savurarak bırakır oğlan, kurşun gibi fırlar. Yokluk yetmezmiş gibi evlatlarından da çeker analar, hıyanetle karşılaşmak olağandır. “Çepelli İş” komşularının toprağına göz diken hırtın kesilecek cezasıyla ilgili, anlatıcı misafir olacağı köye girdiği zaman ortalığı karışmış bulur, köyün erkekleri sinirden kızıla kesmişlerdir. “‘Köylerin doyuramadığı bir hocadır, bir de ayan, ölümüzü dirimizi soyar bu kara dinliler… Sen gel köy otlağını sür, dedemin yeri demeğe kalk bir de. Bu sefer yapacaklar yuvasını ama. Komşular iyi kızdı, ayak üstüne hepsi.’” (s. 72) Her ağızdan bir nefret çıkar, üstüne tapu ettirdiği arsalarla doymayan Halil Ağa’nın çevirdiği toprakları sahiplerine dağıtmak üzere harekete geçer köylüler, anlatıcı köyden çıkarken çığırtkanın dediğini duyar: Halil Ağa’yla kim konuşursa 10 lira ceza yiyecektir. Korkudan, muhtaçlıktan mıdır bu ceza, yani tarlalar sahiplerine geri verilmemiş midir bilinmez, köylünün borç alabildiği tefeci tayfasını cezalandırmak çok zordur oralarda, bunların arkasında askeri fedaisi de çok olduğundan kimse bulaşmak istemez. İlla bir iş gelir başına uğraşanın, ya evi yanar ya harmanı, üç kuruşa günahsızların canını yakacak cani çoktur. Bazı efeler ne olursa olsun karşı koyarlar, onların hikâyeleri söylenceye dönüşür işte, Yanık Süleyman’ın biraz da şansla başardığını dedelerden dinleyebilirdik. “Parıltı”. Arpaların biçilmeye başladığı, taze ot kokularının yayıldığı bir zaman sessizliği dinler, iri bir başak çekip avucunda ufalar, tozu burnundan çekip köye döner, “Alayınıza sıçam laan!” diye haykırır. Şaka, aylardır ödünç yedikleri yetmezmiş gibi Beyaga da kıçın kıçın ilerlemekte, milletin bağına bahçesine konmakta, sudan ucuza kapatmaktadır. Sıra Sülü’nün mekanına gelince ters yapar Sülü, bir de ne görsün, yetiştirdiklerini Beyaga’nın hayvanatı piç etmiştir. Adamı kuytuya çeker, önce tatlı dille konuşur, sonra tehdit etmeye başlar. Beyaga pabuç bırakmayacak gibidir de uzun otların arasındaki parıltıyı görünce korkar, pusuya düştü düşecektir, hemen yumuşayıp zararı tazmin edeceğini söyler, daha da bulaşmaz Sülü’ye. Nedir, o parıltı şans eseri otların civarından geçen dingilin tekine ait eşyadan gelir, öyle silah falan da değildir hani. Tam öyküde yüz ekşitir ama Başaran’ın öyküleri yaşantılardan kurulmuştur, hayatta olur böyle şeyler, kurmacadaysa çiğdir. Hayatta olur öyle şeylerin kurmacada çiğ durması nedir, kurmacanın hayattan daha ilginç olacağına dair beklentidir. Rastlantı ucuzdur yani kurmacada, hayattaysa mümkün, o zaman ikisini çakıştırmadan devam: “İkili Birli” yine oğlan öyküsüdür ama gelinler, kaynanalar, babalar da karışır bu kez, geniş ailenin miras sorunu mesele edilir. Geçinemeyenler kendi paylarını isterler tarlalardan, hoştur da babayı kara bulutlar alır, zaten kuş kadar yerden zor beslenirlerken bölünmüş toprak ne verir ki, aklı almaz babanın. Yine de oğlunun dediğine gelir, aile parçalanmasın diye tarlanın bir kısmından gelecek mahsulü tamamen bırakır, işçiliği aynen sürdürecektir. Şehre göçmeden önce son düzlük, bunun bir adım ötesinde İstanbul veya Ankara yolları gözükecektir gençlere, yaşlılar toprağı bırakanların arkasından saydıracaktır. “Kahvedekiler” en hüzünlü öykü olsa gerek, köy kahvesine gelen dört dedenin arkadaşlıklarında yiten dostlar, atlatılan kıtlıklar, dertler vardır, Tahir Ağa’nın gösterdiğince görürüz. Mezar kazıcısıdır Tahir Ağa, camiden gelecek her sese kulak verir ki ekmeğini ölüden çıkarsın. Tayfayla muhabbet ederken küreğini kapar, mezarlığa doğru yürümeden önce dönüp son bir bakar arkadaşlarına. Beş dakika sonra öldüğünü söyleyecektir oradan geçen biri, ibretlik, az önce arkadaşlarına bakıyordu Tahir Ağa. Hayat böyle. Bakarsın, sonra bakamazsın. Adım atayım dersin, adım sana atar. Öyle ne oldum dediğin an ne olduğunu anlamazsın, olup biter. Bir bakarsın ki dört kolludasın, yallah krematoryuma. Sürprizlerle doludur hayat. Ölüsün, sana sürprizi canlı dostların yapar, kalırsın öyle. Evet. Mazot parasını yetiremeyip tarımı bırakan, traktörlerini satan köylüler bölgenin hasadını rüyalarında görürler, suyu paylaşmayan ağayı punduna getirip tehditle alırlar istediklerini, böyle şeyler olur da şehirde geçen tek öykü gerçekten serttir. Köyünden kalkıp gelen adamın elinde bir kâğıt parçası, velediyeyi bulursa kâğıdı verecek, açlıktan kurtulacak. İyi adammış velediye, söylenenlere göre kimseyi ortada bırakmazmış, öyle miymiş? Hanzo gibi davranırlar adama, şehirliler şöyle bir bakıp yollarına giderler, bazıları burun kıvırır, bazıları kızar, öyle ayıların medeniyette yerleri yoktur. “‘Kanun çıkarmalı, yerini terk etmeyi yasak etmeli bunlara. Geleni yakalayıp sürmeli Zonguldak madenine… Başka çare yoktur…’” (s. 58) Dayıya iş verdilerse iki nesillik zamanı var şehirli olmanın, hatta bir, her şeyin yolunda gitmesi halinde yeni sermaye ortaya çıkıp bu Zonguldak madenine işçi gönderecek beyefendiler dehlenebilirler. Hayırlısı artık, şehirden atılma sırası kimdeyse. Neyse, Başaran’dan insan manzaraları. Basit, etkileyici.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!