Anıların çoğu öyküleşmiş biçimleriyle Makal’ın kitaplarında var, Anımsı Acımsı‘nın kıymeti isimlerin açık açık verilmesiyle ortaya çıkıyor, örneğin tozu dumana katarak köye gelen, Makal sandığı öğretmeni yerin dibine sokan, üstelik oracıkta, herkesin içinde mahvetmek istediği Makal’ı başka köye kendisinin sürdüğünü hatırlamayan valinin kim olduğunu öğreniyoruz. Bir dünya isim geçiyor anılarından, hayatının hemen her aşamasında birileriyle boğuşmak zorunda kalan Makal’ın dirayetine, gücüne alkış yani. Boğuşmak da denemez, tepeden gelen emirlerin arkası kesilmiyor, gidenlerin yerine gelenler yeni arızalar çıkarıyorlar, taş koyuyorlar adamın yoluna. Meslek yaşamının sonlarına doğru Sağırlar Okulu’na vermişler ki bozgunculuğu duyma engelli öğrencilere sökmesin, böyle bir zihniyetle otuz küsur yıl boyunca mücadele. Yedekte sekiz on dosya her zaman bekliyor, altı yıl öncesinin iddialarını şak diye önüne çıkarıyorlar Makal’ın, oysa ne iddia kalmış ne tanık, yine de basıyorlar cezayı. Maaştan kesme cezası maaşın onda dokuzuna tekabül eder mi, ediyor, anayasaya göre vatandaşın hakları var ama yaşam hakkı böyle dalaverelerle çöpe atılıyor. Müfettişlik zamanında Makal’ı İngiltere’ye gönderecekler, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan onay çıkıyor ama İçişleri pasaport vermiyor bir türlü. Makal tepe makamlara tel geçiyor, anayasal haklarını kullanamayan vatandaşların gerçekten vatandaş olup olmadıklarını soruyor, vatandaşlıktan çıkarılmamışsa, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıysa pasaportuna bir an önce kavuşmasını arz ediyor, adamlar daha fazla rezillik çıkmasın diye veriyorlar pasaportu nihayet. Vatandaş çünkü, her vatandaş gibi eğitim hakkını kullanmış, öğretmen olmuş, devletin kademelerinde görevlendirilmiş, bazı bakanlıklara göre vatandaş değilse o bakanlıklar ayrı bir devlet kurup kendi vatandaşlarını yetiştirebilirler. Gerçi AP’li bir milletvekili gerçeği söylemiş: anayasa manayasa sallamayacaklar, Makal kara listeye girdikten sonra -yazılarının Varlık‘ta çıkmaya başlamasına tekabül eder, 1940’ların ikinci yarısı- ağzıyla kuş tutsa işe yaramaz artık. Öğretmenliği zamanında köyüne gelip zorbalıkla laf almaya çalışıyorlar, komünist olduğunu söylemeleri yeter ama kimsede yalan söyleyecek gönül yok, köylüsünü sevgiyle anıyor Makal. Gerçi tartıştığı olmuştur, köylüler okuma yazma bilen birilerine Makal’ın metinlerini okutup hesap sormuşlar, yazar onların görmek istemedikleri gerçeği usturupluca anlatmış da büyümemiş yangın. Kendi evinde başlıyor mücadele, askerlerin defalarca evini basmasından yılan baba oğluna çıkışmış ama peygamber sabrı var Makal’da, derdini anlatabilmiş. O astsubay azarlamış babayı da biraz ondan, oğlunun kitap okumasına karşı çıkmayan baba ne biçim babaymış, devlet düşmanı oğlan yetiştirmek ne işmiş, kitapların çoğunu alıp götürsünlermiş de görsünmüş gününü oğlan. Geri alamadığı kitaplarına yanıyor Makal, üstelik iki üç ciltlik kitapların birer ciltlerini alıp götürüyorlarmış, açık bir yara gibi kalıyormuş eksik ciltler. Bir de İngiltere’den mi, bir yerden gelen sözleşmenin İngilizce nüshası da varmış götürülenler arasında, o da yitip gitmiş. Akıl almaz şeyler: köyüne radyo getirmiş de ajans haberidir, müziktir, her neyse dinliyormuş bir güzel, sonra şikayet etmişler Makal’ı, yerin altından Ruslara haber gönderiyormuş da ajanlıkmış yaptığı. Bir de oradan soruşturma, uyarı, tehdit. İktidar mı değişti, hemen jurnal, köyde öyle bir adam var ve okuyup yazıyor, kesin hinlik peşinde. Yurttaş vazifesi olarak görülüyormuş böyle şeyler, her iyi vatandaş bir diğerini fişteklemeli ki toplum çıfıtlardan temizlensin, pırıl pırıl bir aptallık kalsın geriye. “Bırakın geçmişi, 1978 yılında sosyal demokrat hükümete ve onun 215 saylavına sorun, hakkımda özdeş şeyler söyleyecekler ve yine iyi kişi gözüyle bakılmayacaktır bana. Çünkü koşullandırılmışlardır, sanatçı ve düşünür onların hepsinin baş düşmanıdır. Yüzümüze gülmeleri dışında değişen ne var? Hayır çok şey değişti mi, diyorsun. Göreceğiz, düşündüğümün karşıtı çıkarsa ben de sevinirim…” (s. 16)
Diğer metinlerinden birinde vardı, kısaca değineyim: sabahın köründe iki çocuk köyden ayrılırlar, vilayete vardıklarında sığındıkları bir dükkânın sahibi onlara bakıp güler, köylerine dönmelerini söyler, tarlada bahçede çalışacak adam lazımdır o ara. Yılmazlar, imtihan olacakları binaya gelirler, sonra köylerine dönüp yarı aç yarı tok çalışmaya devam ederler. Haber gelir, sınavı kazanmışlardır, babası Makal’ın gitmesini istemez çünkü insan gücü lazımdır mahsulü kaldırmak için, hem tok karın neye yetmez? Makal tok karnın açlıktan ölmemek anlamına geldiğini kavrar sonradan, köylerin o kadar da kötü durumda olmadığını DP milletvekilleri de aynı argümanla savunduğunda. Uçmuştur köyler, kimsenin çarığı çorabı eksik değildir, üstelik kadınlar renkli iç çamaşırları da giymeye başlamışlardır kocalarını etkilemek için, ne eksiktir? Makal bu savunuları hayretle karşılar, varsıllığı renkli iç çamaşırına indirgeyenlere diyecek laf bulamaz. DP’yi zayıflatmak için köylerin durumundan yalan yanlış bahsettiğini söyleyen Peyami Safa’ya diyecek laf bulamaz, kariyer basamaklarını atlamasını engelleyen Ahmet Muhip Dıranas’a diyecek laf bulamaz. Yıllar sonra takışacağı Tomris Uyar, Ben Koşarım Aşağlara, Koşarım‘da muhafazakâr Dıranas’ın diğer beceriksiz muhafazakârların yerine Kültür Bakanı olduğu senaryoyu olumlar, arkada ne işlerin döndüğünü biliyor muydu acaba? Neyse, ailesini ikna eder Makal, bu açıdan şanslıdır, yola düşer: “Konya Ereğli’sine bağlı ve Hititlerden kalma kabartmalarıyla olduğu kadar Torosların altından fışkıran soğuk suyuyla da ünlü İvriz köyü yakınına, yani Toros Dağlarının eteğine kurulmuş olan İvriz Köy Enstitüsü’ne kar tipisi içinde vardık: Yirmiüç Mart 1943… Aksaray’dan Ereğli’ye bir kamyonun şöför yerinde gelmiştik. Bir motorlu taşıta ilk binişimdi ve bu zamana kadar görmediğim hız başını döndürmüştü yol boyunca. Günümüzde otobüslerin bir buçuk saatte aldığı bu yolu biz o zaman gece dağ başında da kalmak koşuluyla iki günde almıştık. O hız bile başımızı döndürmüştü üstelik…” (s. 30) Okul yıllar başlar, Makal köyde zar zor bulduğu kitaplardan sonra cennete düşmüştür resmen, gönlünce okumaya başlar. Okudukça kendine güveni artar, ne ki Tonguç’un ziyareti sırasında henüz toy olduğu için suskun kalır. Sorulan sorunun cevabını bilir aslında, konuşacak gücü bulamadığı zaman Tonguç’un söylediği: “‘Çocuğun konuşamamasını bir hata saymıyorum. Bunlar yüzyıllardan beri sustukları için elbette birdenbire konuşamazlar. Bunlara ilk öğreteceğiniz şey, konuşturmak ve konuşmalarını, düşüncelerini söyleyebilmelerini sağlamak olmalıdır!…’” (s. 31) Sabahattin Ali, Gorki, Dostoyevski derken güncelle klasiği yoğurur, kendine kitaplar almaya başlar, onca okumadan sonra nihayet yazmaya da başlar Makal, sene 1947. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin‘inde çıkan şiirlerinden sonra düzyazılara getirir sırayı, Yaşar Nabi’nin yüreklendirmesiyle hemen her ay en az bir yazı çıkarır. Bunlar daha sonra Bizim Köy adı altında kitaplaşacak, başını belalardan belalara sokacaktır. Siyasi konjonktürü de düşünelim, 1948’de ortalık yangın yeri, CHP’nin son döneminde bu yazılar iktidarı iyice cortlattığı için siyasetçiler can havliyle yüklenirler Makal’a. Seçimlerden sonra DP başa gelince “görev adamı” olarak görülen Makal bir süre pohpohlanır hatta Celal Bayar makamında bizzat tebrik eder yazarı, eh, artık yeni iktidarı övme zamanı gelmiştir. De, Makal bunların bildiği insanlardan değildir, sağı solu umursamadan kırsalın gerçekliğini anlatmaya devam ettikçe tepedekilerin kaşları çatılır, aşağıdakilerin suratları asılır, nihayet köylere jandarmalar gelip gitmeye başlar. Sonrasında Gazi Eğitim Enstitüsü yılları, müfettişlik, yayıncılık, yazarlık, türlü evreler, çeşit çeşit baskılar, bitmek bilmeyen bir sıkıntı. Sanatçısından politikacısına çekmediği kimse kalmamıştır Makal’ın, ders gibi bir yaşam.
Cevap yaz